Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
17-İSRÂ/1
Hani sana, “Muhakkak Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lânetlenmiş bulunan o ağacı da sırf insanları sınamak için vesile yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, sadece onların büyük azgınlıklarını (daha da) artırdı.
17-İSRÂ/60
Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed, Hak’tan) sapmadı ve azmadı. O, nefis arzusu ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur’an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir. (Kur’an’ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu. Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu. (Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu. Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti. Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı. (Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz? Andolsun ki, O, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında. Me’vâ cenneti onun (Sidre’nin) yanındadır. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı. Andolsun, O, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü.
53-NECM/1-18
Mirac lafzı şu manayadır: Yukarı çıkılacak alet. Meselâ: Merdiven, Asansör veya Uzay Mekiği.
Resulüllah S.A. efendimiz pak vücudları ile, cevherden merdiven ile diri olarak Kuds-ü Mübarek’den semaya uruc etmiştir. Böyle bir manaya sahib olmak; nebiler ve resuller arasında ancak Resulüllah S.A. efendimize mahsustur. Bundandır ki, Resulüllah S.A. efendimizin ism-i paklerine: Sahib’ül Mirac denildi.
Allah-ü Taâlâ ona salat ve selam eylesin.
Resulüllah S.A. efendimizin nail olduğu MİRAC şerefinin toplu beyanı burada anlatılacaktır.
Delâil-i Hayrat Şerhi – Kara Davud ( Çelik Yayınları – Safya 257 )‘den alındı.
Sultan-ı Enbiya ve Resul-ü Kibriya (salavatın en faziletlisi, saygıların en tamı ona…) kırk yaşında iken; alemlere rahmet olarak nübüvvet ve risaletle bütün insanlara Resul (peygamber) gönderildi. Risaletini onlara tebliğ edip imana davet etmeye başladı.
Resulüllah S.A. efendimizin Risaletle gelişinin on ikinci senesi recep ayının yirmi altıncı günü idi. Resulüllah S.A. efendimiz o gün, tek başına Beyt-i Mükerreme’ye gitti; bir direğin önüne oturdu. Yüce Hakka zikir ve fikir ibadeti ile meşgul olmaya başladı.
Bu sırada, Ebu Cehil de; yardımcıları ve uyanları ile görüşmek için geldi. Gördü ki: Hazret-i Muhammed S.A. yalnız oturmuş; Mevlasına ibadetle meşgul.. Yanında ashab-ı kiramdan da kimse yok. Onu böyle görünce; içinden:
Ona eza cefa edeyim.
Diyerek yanına geldi ve şöyle dedi:
Ya Muhammed, sen peygamber misin?.
Resulüllah S.A. efendimiz, Ebu Cehil’in bu sözüne karşılık:
Evet peygamberim.
Buyurdu. Ebu Cehil şöyle devam etti:
Böyle yalnız peygamber mi olur? Hani yardımcıların? Hani hizmetçilerin? Eğer peygamberlik gelmesi gerekseydi, bana gelirdi. Bak, benim şu uyanlarım, hizmetçilerim var.
Böyle dedikten sonra, böbürlenerek yürüdü; gitti. Ebu Cehil’in ardından, onun yandaşlarından biri daha uyanları ve yardımcıları ile geldi; Ebu Cehil’in dediği gibi dedi. Sonra gitti. Onun yanına oturdu. Bundan sonra, Kureyş’in ileri gelenlerinden tam yedi kişi ard arda geldi. Hepsi de, avenesi ve uyanları ile geldi; sanki daha önceden söz birliği etmiş gibi, tek tek Resulüllah S.A. efendimize Ebu Cehil’in dediği gibi söyledi. Resulüllah S.A. efendimiz, onların bu yaptıklarına çok mahzun oldu. Sonra şöyle dedi:
On iki yıldır; ben bunları hak dine ve Yüce Hakkı tevhide davet ederim. Halbuki bunlar, Hakkı kabul etmek şöyle dursun; henüz: Resul kime derler? Bunu dahi anlamamışlar. Resule hizmetçi ve avene ne lazım? Ancak resule lazım olan ilahi vahyi ve sübhan Allah’ın emrini tebliğ etmektir.
Ve.. Resulüllah S.A. efendimiz gamlandı. O gece receb-i şerifin yirmi yedinci pazartesi gecesi idi. Ümmühani’nin evine geldi. Ümmühani Ebu Talib’in kızı, Hz. Ali’nin R.A. kız kardeşi idi. Ümmühani, babası Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Bu ev, Safa ile Merve arası bir yerde idi.
Resulüllah S.A. efendimiz, oraya gittiği zaman; Ümmühani R.A. kendisini hüzünlü ve gamlı buldu. Resulüllah S.A. efendimizden hüznünün ve gamının sebebini sordu; Resulüllah S.A. efendimiz de işin aslını haber verdi. Ümmühani, akıllı ve tedbirli bir hanımdı. Resulüllah S.A. efendimizi teselli etti ve şöyle dedi:
Onlar sizin risaletinizi, Hak peygamber olduğunuzu, size avene ve hizmetçi gerekmediğini şeksiz bilirler. Ne var ki onlar, çok inatçı, hasetçi, hırçın olduklarından sırf sizi üzmek, eza cefa kasdı ile öyle demişlerdir.
Bu sözler, bir bakıma Resulüllah S.A. efendimizi teselli içindi; fakat Resulüllah S.A. efendimizin hüznü yine de kaldı. Anlatıldığı gibi, gamlı ve hüzünlü olarak; Ümmühani’nin evinde, yatsıdan sonra, uyur uyanık bir halde yattı.
Resulüllah S.A. efendimizi cümle mahluktan evvel yaratan; kalblerin sevgilisi, türlü türlü keramet, çeşitli nimetler ile cümle insanlara resul olarak gönderen; cümle kemalatı ile başta görünen; mürebbisi olan şanı yüce nimetleri her yana yaygın, kendisinden başka ilah olmayan Alemlerin Rabbı, azamet ve celail ile Cebrail’e hitaben şöyle buyurdu:
Gerçekten benim sevgilim, cümle mahluk arasından seçip çıkardığım, cümle yaratılmışların hayırlısı Resulüm: Ümmühani’nin evinde küffarın ezasından mahzun ve gamlı yatmaktadır. Senin taat ve ibadetin habibimi davet olsun. O süslü kanatlarını yeniden cennet cevherleri ile süsle; onun hizmeti ile şerefyab ol.
Mikail’e söyle: Bu gece erzakı tartmayı bıraksın.
İsrafil’e söyle: Suru bir saat kadar bıraksın.
Azrail’e söyle: Bu gece can almaktan el çeksin.
Nur ve ziya meleklerine emir ver: Semaları nurla doldursunlar.
Rıdvan’a söyle: Cenneti süslesin.
Malik’e tenbih et: Cehennem tabakalarını kapasın; zebaniler hareket etmesinler.
Huriler bezenip ellerine cevher saçan tabaklar alsınlar. Cennet köşklerini saf saf dizsinler.
Arş hamiline söyle: Mukaddes libası atlas felekine giydirsin.
Ve… sizler, her biriniz yanınıza yetmiş bin melek alın.
Ve… sen cennete git; bir bürak seçip al. Yeryüzüne in; kabirlerden azabı kaldır.
Bundan sonra, habibime git. O: Müşriklerin ezasından dolayı gamlı ve mahzun olarak Ümmühani’nin evinde yatıyor. O habibimi rıfk ile, büyük bir keremle kaldır; anlat: Bu gece kendisinin yüce kadrini, izzet ve rıf’atını cümleden ziyade yakınlığını kendisine bildirecek gecedir. Onu davet eyle.
Sonra…
Cebrail A.S. cennete gitti. Gördü ki: Orada kırk bin bürak gezmektedir. Her birinin alnında Muhammed ism-i şerifi yazılmış. Aralarında bir bürak vardı; mahzundu. Başını aşağıya eğmiş; göz yaşları sel gibi akıyordu. Hem de hiç durmadan. Cebrail o mahzun bürakın yanına vardı. Hüznünün ve ağlamasının sebebini ona sordu. Bürak şöyle anlattı:
Cennette gezerken, aniden kulağıma:
Ya Muhammed.
Diye bir ses geldi. İşittiğim anda o ismin sahibine aşık oldum. Onun firak ateşi ile cemalinin visali ümidi ile kırk bin yıldan beri böyle hüzün, ağlamak ve visal arzusu ile mahzun olup ağlarım.
Cebrail A.S. o Bürak’ın haline merhamet etti; şöyle dedi:
Senin maşukun olan Hazret-i Muhammed bu gece miraca davet olundu. Mescit-i Haram’dan Mescit-i Aksa’ya bürakla gelecektir. Seni götüreyim, muradına er.
Bundan sonra o Bürak’a nurdan eğer vurdu; zebercedden gem vurdu. Bundan sonra, iki cihanın sultanı insin ve cinnin Resulü S.A. efendimizin halvet saraylarına geldi.
Sonra…
Hadis çıkaran imamlar altı hadis kitabı içinde çeşitli yollardan; mirac hadisini yirmi kadar ashab-ı kiramdan alıp rivayet ettiler. Bu ashab-ı kiram dahi, Resulüllah S.A. efendimizden dinleyip anlatmışlardır.
Resulüllah S.A. efendimiz; nebilerin sultanı, doğru yolu tutan zatların baş tacı Ahmet Hamid Mahmut Muhammed’dir. Allah-ü Taâlâ ona salat ve selam eylesin.
Bu sahabenin dili ile, Resulüllah S.A. efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı:
Ümmühani’nin evinde idim. Orada uykuya dalmıştım. Gözlerim uyuyordu; ama kalbim uyanıktı. Bu sırada, Cebrail’in sesi kulağıma geldi; uykudan kalktım, oturdum. Gördüm ki: Cebrail karşımda duruyor. Bana şöyle dedi:
Yüce Hak sena selâmeti; seni davet etti. Seni ben taşıyacağım. Allah-ü Taâlâ istedi ki: Sana türlü keremlerle ikram eyleye. Senden evvel gelenler ve senden sonra gelecek olanlar bu türlü kereme nail olmadılar ve olmayacaklardır.
Kalktım. Abdest almak istediğim zaman; abdestim için Kevser nehrinden su gelmesi emri verildi. Ben abdeste hazırlanırken, daha abdest azamı açmadan Rıdvan, Kevser suyu dolu yakuttan iki ibrik getirdi. Bir de yeşil zümrütten leğen getirdi. Bu leğen dört köşe idi. Her köşesine bir cevher konmuştu. O cevherlerin nuru semaya güneş gibi aydınlık veriyordu. Bundan sonra yıkandım; sırtıma nurdan bir hulle giydirdiler. Başıma da nurdan bir kavuk koydular.
Bu kavuğun hikayesi şöyleydi: Adem yaratılmadan sekiz bin sene evvel, Rıdvan onu benim adıma sarmıştı. Sarıldığı vakitten bu yana kırk bin melek o kavuğun çevresinde tazimle durup tesbih ve tehlille meşgul oluyorlardı. Her tesbihin sonunda bana salavat-ı şerife okuyorlardı. O kavuğun kırk bin gözü vardı. Her gözünde de dört satır yazı vardı.
Satırda: Muhammed Allah’ın Resulüdür.
Satırda: Muhammed Allah’ın Nebisidir.
Satırda: Muhammed Allah’ın Habibidir.
Satırda: Muhammed Allah’ın Halilidir.
Bundan sonra Cebrail arkama nurdan bir bürde (pelerin) koydu. Belime de kızıl yakuttan bir kemer kuşattı. Elime de yeşil zümrütten bir kamçı verdi. Bu kamçı, dört yüz inci ile süslenmişti. Her incisinin sabah yıldızı gibi parlaklığı vardı. Ayaklarıma da, yeşil zümrütten bir çift papuç giydirdi. Daha sonra, elimden tutup Beyt-i Haram’a götürdü.
Bir başka rivayette, Resulüllah S.A. efendimiz bundan sonrasını şöyle anlatmıştır:
Zemzem kuyusundan abdest aldım. Beyt-i Mükerreme’yi yedi kere tavaf ettim. Makam-ı İbrahim’de iki rekat namaz kıldım. Hatim’e geldim; dinlenmek için bir miktar oturdum. Bu oturduğum yerde, Cebrail göğsümü yardı. İçi hikmet ve marifet dolu teşt getirdi. Mikail üç leğen zemzem suyu getirdi. Bağırsaklarımı ve göğsümü yıkadılar. Bundan sonra kalbimi yarıp içindeki siyah pıhtı kanı attı ve şöyle dedi:
Bu kan, heybetli bir şey görünce korkmaya sebeptir. Onu çıkardım. Siz bu gece semalarda, sidre, kürsi ve arşta çok acaip işler ve ulu melekler göreceksiniz. Bu kandan sizi temize çıkardım ki, onlardan her birini gereği gibi temaşa edip, dilediğiniz gibi konuşmaktan korkmayasınız.
O teşt içinde bulunan hikmeti ve marifeti doldurup kalbimi yerine koydular. Sığadıkları zaman, göğsüm bitişti; yarası kalmadı. Bundan sonra Cebrail elimden tuttu; beni Mekke’nin dışında bir yere götürdü. Gördüm ki: Mikail, İsrafil ve Azrail de oradalar. Her birinin yanında yetmiş bin melek saf olmuş duruyor. Beni gördükleri zaman, tam manası ile tazim ve saygı duruşuna geçtiler. Ben de onlara selam verdim. Selamım üzerine, Yüce Hak’kın sonsuz nimeti ile müjdelediler.
Bundan sonra, Cebrail bana şöyle dedi:
Ey Allah’ın Resulü, size cennetten Bürak getirdim. Binin; mele-i alâ teşrifinizi bekler.
Bakınca Bürak’ı gördüm. Güneş gibi aydınlığı vardı. Yıldırım hızı ile yürüyordu. Ayağını yerden kaldırdığı zaman, gözünün iliştiği yere basıyordu. Ayrıca, o Bürak’ın yanında iki kanadı vardı; dilediği zaman, onlar vasıtası ile havada uçuyordu.
Alimler Bürak’ı şöyle anlattılar:
Cüssesi katırdan küçük; merkepten büyük. Anlaşılır biçimde, fasih Arapça konuşur. Yüce Hak, onun her azasını bir başka cevherden yaratmıştır. Tırnakları mercandan, ayakları altındandı. Göğsü kırmızı yakuttan, sırtı inciden. İki yanında kırmızı yakuttan kanatları var. Kuyruğu deve kuyruğuna benzer.
Başka bir rivayette:
Tavuskuşu kuyruğuna benzer. Son derece süslü idi. Yelesi at yelesine, ayakları da deve ayağına benzerdi. Üzerinde cennet eğeri vardı. Üzengileri kırmızı yakuttan ve cevherdendi.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra, Cebrail Bürak’ın üzengisini tutup bana:
Bin.
Dedi. Binmek istediğim zaman, Bürak serkeşlik etti. Bunun üzerine Cebrail ona hitaben şöyle dedi:
Ey Bürak, utanmaz mısın? Nasıl böyle şaşırtıcı küstahlık edersin? Şanı yüce nimeti her şeye şamil kendisinden başka ilah olmayan Allah hakkı için, sana bundan daha faziletli ve bundan daha aziz kimse binemez.
Cebrail’in bu sözü üzerine, Bürak çok utandı ve titredi. İri iri ter damlaları dökmeye başladı ve şöyle dedi:
Ey Cebrail, hacetim vardır; arz etmek isterim. Bu hacetimin yerine gelmesine vesile olsun diye öyle ettim; yoksa kaçındığımdan değildir. Siz beni çok utandırdınız.
Bundan sonra, Resulüllah S.A. efendimiz Bürak’a sorar:
Muradın nedir? Söyle; yerine gelsin.
Bürak da anlatır:
Ya Resulüllah, ben sana ezelden aşıkım. Nice yıldır aşkınla perişan ve mahzun bir halde idim. Allah’a hamd olsun; şimdi cemalinizin nurunu gördüm. Güzel kokunuzu da kokladım. Şimdi, aşkım bin kat daha arttı. Kıyamet günü, pak zatınız kabr-i latifinizden kalktığınız zaman mahşere bürak ile geleceksiniz. Ricam, niyazım ve hacetim budur ki: O gün de benden başkasına binmeyesiniz. Bana binmek ile, beni mesrur ve pürnur edesiniz.
Resulüllah S.A. efendimiz anlatmaya devam edip şöyle buyurdu:
Bürak’ın o dileğini kabul ettim. O gün, yine ona binmeyi vaad ettim.
Fahr-i Kâinat ve zübde-i mevcudat Resulüllah S.A. efendimiz, kıyamet günü mahşer yerine Bürak ile teşrif edeceğini, Bürak’tan duyunca, ümmetinin halleri hatır-ı şerifine gelip mahzun oldu; düşünceye daldı. Resulüllah S.A. efendimizin bu hali üzerine; gizliyi saklıyı bilen, şanı yüce, ihsanı bol, kendisinden başka ilah olmayan Allah Cebrail’e hitaben şöyle buyurdu:
Habibime sor; böyle durgunlaşmasına sebep nedir?.
Cebrail, Resulüllah S.A. efendimize durumu sorunca, şöyle anlatır:
Ben, bu çeşit izzet ikram gördüm. Kıyamet günü yine Bürak’a binip geleceğimi işittim. Hatırıma şu geldi: Kıyamet günü olduğu zaman; zaif, kusur dolu, günahkâr olan ümmetimin halleri nice olur? Elli bin yıl arasat meydanında yaya yürüyecekler. Bunca günahlarını çekerek gidecekler. Sırat üç bin yıllık yoldur. O üç bin yıllık yolu nasıl geçerler?.
Resulüllah S.A. efendimiz anlatıyor:
Yukarıda anlatıldığı gibi dediğim zaman, bana ilahi ferman şöyle geldi:
Her kime ki, benim inayetim olur; sana gönderdiğim Bürak gibi, ona da gönderirim, Onların kabirlerine tek tek bürak yollarım. Mahşere süvari olarak getiririm. Sıratı, binek üstünde kolaylıkla geçiririm. Elli bin yıllık vakti bir an gibi yaparım. Ve.. senin ümmetine, lütuf, kerem ve ihsan muamelem bu şekilde olacaktır. Hatırını hoş tut.
Nitekim, bu manada şu ayet-i kerime vardır:
Rahman’a varacak muttakileri, o gün, süvari olarak haşredeceğiz. (19/85)
Resulüllah S.A. efendimiz devam buyuruyor:
Yüce Hak’tan gelen kerem vaadine, lütuf ve ihsana sevindim; Bürak’a binip oturdum. Cebrail, sağ üzengi tarafımda yetmiş bin melekle; Mikâil sol üzengi tarafımda yetmiş bin melekle durdu. O meleklerden her birinin elinde nurdan şamdan vardı. İsrafil arkamda yetmiş bin melekle duruyordu; Bürak’ın üzerine örtülen örtüyü omuzunda taşıyordu. Onun ululuğundan hicab edip Bürak’ımın örtüsünü taşımasından ötürü özür diledim; bana şöyle dedi:
Ya Resulellah, ben bu gece sizin bu örtünüzü taşımak için nice bin senedir ibadet edip ricada bulundum. Sübhan olan Yüce Hak ricamı kabul buyurup muradıma nail eyledi.
Ne sebeple rica ettin?.
Diye sordum; İsrafil şöyle anlattı:
Arş altında nice bin sene ibadet ettim.
Ne istiyorsun? Dileğin makbul olmuştur.
Diye bir hitap geldi; cevabına şöyle dedim:
Ya Rabbi, günahkar ümmetlerin şefaatçısı kıyamet gününün sultanı ki, kendi ismini onun ismi ile beraber arşın gözüne yazmışsın; o vücuda geldiği vakit bir saat onun hizmetinde olmak isterim.
Bu dileğim üzerine, Yüce Hak şöyle buyurdu.
Dileğini kabul ettim. Onun için bir gece olacaktır; o gece: Ona yakınlığımı müyesser edeceğim. Yer noktasından, ulvi alemime getireceğim Hazinelerimin kapısını şühud anahtarımla ona açacağım. Onu Mekke’den Beyt-i Makdis’e varıncaya kadar yürüteceğim. O zaman, Bey-i Makdis’e kadar onun bineğinin eğeraltı örtüsünü taşıma şerefine nail olursun.
Resulüllah S.A. efendimiz şöyle devam buyurdu:
O gece Bürak’ın ayağı yere değmedi. Mekke-i Mükerreme’den Mescid-i Aksa’ya kadar cennet dibaları serilmişti. Bürak, hep o dibalar üzerinden geçip gitti. Böylece giderken, karşıma bir ifrit çıktı; ağzından ateşler saçarak, bana doğru yöneldi. O zaman Cebrail bana şöyle dedi:
Ya Resulellah, sana birkaç cümle öğreteyim; onları oku. Bu ifritin ateşi söner; kendisi yok olur.
Olur; öğret.
Deyince, şu duayı öğretti:
Kerim Allah’ın zatına sığınırım. Bu sığınmamı onun bütün kelimeleri ile yaparım; o kelimelerden öteye ne iyi geçebilir, ne de kötü.. Semâdan inenlerin, semâya yükselenlerin ve semâdan çıkanların şerrinden sığınırım. Gecenin ve gündüzün fitnelerinden sığınırım. Hayır için gelen hariç; gece ve gündüz beliyyelerinden sığınırım. Ya Rahman! (Euzü bivechillah’il-kerim ve bikelimetillahit-tammat’illeti la yücavizühünne berrün vela facir, min şerri ma yenzilü mines-semâi vema ya’rücü fiha ve min şerri ma yahrucü minha ve min fiten’il-leyli ven-nehari ve min tavarık’il-leyli ven-nehari illa tarikan yatruku bihayrin ya Rahman!.)
Bu duayı okuyunca, o ifritin ateşi söndü; kendisi kaybolup gitti. Bu sırada, sağımdan bir seda geldi:
Ya Muhammed, azıcık dur; biraz eğlen. Sana soracaklarım var.
Üç defa böyle nida etti; ama ona iltifat etmedim. Geçtim. Solumdan da üç defa ses geldi.
Ya Muhammed, azıcık dur. Sana soracaklarım var.
Bunu da dinlemeden geçtim. Bir kadın gördüm; kendisini gayetle bezemişti. Güzel elbiseler giyip süslenmişti. Yakınına gittiğim zaman, gördüm ki, çok kocamış bir kadındır. Bu da bana üç kere:
Dur.
Diye seslendi. Buna da itibar etmeden geçip gittim. Önümde bir ihtiyar gördüm. Asaya dayanmıştı. Tir tir titriyordu. Bana üç kere:
Azıcık dur; eğlen; halime bak da acı. Cemalini göreyim; sana soracağım var.
Ben, bunu da hiç dinlemedim; geçtim. Bundan sonra, taze bir yiğit gördüm. Gayet güzeldi. Yüzünde nur parlıyordu. Bana:
Dur ya Muhammed, sana soracaklarım var.
Deyince, Bürak durdu. Ona selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra şöyle dedi:
Sana müjde. Hayrın cümlesi ancak sende ve senin ümmetindedir.
Onun bu sözüne karşılık; sena ettim:
Allah’a hamd olsun.
Dedim Cebrail dahi, benimle beraber:
Allah’a hamd olsun.
Dedi. Bundan sonra, gördüklerim için Cebrail’e:
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; şöyle anlattı:
Sağ tarafınızdan gelen seda Yahudi sedası idi. Eğer dursaydınız; sizden sonra ümmetiniz Yahudilerin kahrı altında hor ve hakir olurlardı. Sol tarafınızdan gelen seda Nasara’nın sedası idi. Eğer dursaydınız; sizden sonra ümmetinize Nasara kavmi üstün gelirdi. Bunların kahrı altında kalırdı. O kadın da dünya idi. Kendisine sahip olacaklara öyle süslü görünür. Güzel elbiselerle, türlü zinetlerle insanları aldattığına işaret vardır. Onun kocamış olması da, kıyametin yakın olduğuna işarettir. Onun sözüne dursaydınız, tümden ümmetiniz, dünyaya karşı haris olur; dünyaya taparlardı. O kocamış kimse ise.. lain Şeytandı. Sizin çok merhametli olduğunuzu biliyordu. O göründüğü halle sizi aldatmak istedi. Sizi durdurmak için, hile etti. Eğer sözüne kanıp dursaydınız, ümmetiniz son demlerine kadar; onun hilesinden kurtulamazdı. Çoğunu bastırıp üstün gelirdi. O taze yiğit ise.. İslam dini idi; durdunuz. Sizden sonra ümmetiniz, tüm düşmanların mekrinden emin olarak, İslam dininde sabit kalacaklardır.
Sizin hatırınıza şöyle geldi:
Gece sahraya çıkan ümmetime cin tayfası zarar vermek isterse, halleri nice olur? Acaba, benden sonra ümmetimin hali nice olur?.
Gibi fikirler geldi. Gayb ve şehadeti, gizliyi ve saklıyı bile Yüce Allah o ifriti gösterdi. Ondan kurtuluş çaresini öğretti. Ve sizden sonra, dininize hiç bir din üstün gelmeyecektir. Dininiz cümle dinlere galip olacaktır. Yahudi ve Nasara ümmetinizin kahrı altında kalacaktır. Ümmetin, şeriatına göre amel edecektir. Şeytanın mekrinden ahir ömürlerinde emin olacaklardır; selamet bulacaklardır. Ümmetin İslam dini üzerine kıyamete kadar sabit kalacaktır. İşte gördüklerinle bütün bu manalara Allah-ü Taâlâ işaret etti. Sizi ayıktırıp, endişe ve efkardan halas eyledi.
Bütün bunları Cebrail bana anlattı. Bundan sonra, hurma ağaçları çok olan bir yere vardık. Cebrail bana:
İn, burada namaz kıl.
Dedi. İndim; orada namaz kıldım. Cebrail bana sordu:
Bu namaz kıldığın yeri bilir misin?.
Bilmem.
Deyince şöyle söyledi:
Burası Tayyibe’dir. (Tayyibe, Medine-i Münevvere isimlerindendir.) Yakında siz, buraya hicret edeceksiniz.
Bundan sonra, beyaz bir yere geldik. Cebrail yine:
İn, burada namaz kıl.
Dedi. İndim, burada da namaz kıldım. Cebrail bana sordu:
Nerede namaz kıldığını biliyor musun?.
Bilmiyorum.
Deyince şöyle anlattı:
Burası, Medyen’de Musa’nın A.S. ağacının altıdır.
Devamla şöyle anlattı:
Musa’yı A.S. Firavun öldürmek istediği zaman, kaçtı; Medyen’e geldi. Medyen’in dışındaki bir sudan, çobanların koyunlarını suladığını gördü. Yine gördü ki: İki kız, o çobanlardan uzak bir yerde duruyorlar; koyunlarını sulamak için çobanların gitmesini bekliyorlar. Musa A.S. o kızların haline acıdı. Yanlarına vardı; hallerini sordu; durumu öğrendi. Bundan sonra, kendi yorgunluğuna bakmadan, içinden:
Bu işte büyük bir ecir vardır.
Diyerek, o kızların koyunlarını suladı; sonra, bir ağaç altına gelip ibadet eyledi. İşte bu ağaç, o ağaçtır. Ki: Onun altında namaz kıldın.
Burayı geçtikten sonra, başka bir yere geldik; Cebrail şöyle dedi:
İn, burada namaz kıl.
İnip namazımı kıldıktan sonra, Cebrail sordu:
Bu namaz kıldığın yer neresidir? Biliyor musun?.
Bilmiyorum.
Deyince şöyle anlattı:
Burası Tur-u Sina’dır. Yüce Hakkın, Musa’yı A.S. kelam ve münacaat nimetine erdirip şereflendirdiği yerdir.
Sonra, bir başka yere vardık; burada bir köşk gördüm. Yine Cebrail bana:
Burada da in; namaz kıl. Burası, İsa’nın A.S. doğduğu köydür.
Dedi. İndim namaz kıldım. Burada bir cemaat gördüm; ekin ekiyorlardı. Ektikleri anda, bir tanesinden yedi yüz tane hasıl oluyordu.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sorunca, Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, Allah yolunda mallarını harcayan ümmetlerindir.
Bir başka cemaat daha gördüm: Melekler onların başını taşla eziyordu; yine yerine geliyordu. Yine eziyorlardı; tekrar o ezilen başlar bütün oluyordu. O kimseler bu şekilde azap olunuyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sorunca, Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, senin ümmetinden namazı terk edenlerdir. Bir de, rükûdan kalkarken, secdeden kalkarken; başlarını tam doğrultmayıp rükûu ve secdeleri birbirine karıştırarak namazı düzensiz tertipsiz kılanlardır.
Bu arada bir cemaat daha gördüm; aç ve çıplak halde idiler. Çevrelerinde ateşten otlar bitmiş. Melekler, onları hayvan güder gibi, o ateşten otları yemeğe sürüyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetinden mallarının zekâtını vermeyenlerdir. Fakirlere, zaiflere, çaresizlere, yetimlere, dul kadınlara merhamet etmeyenlerdir.
Bir cemaat daha gördüm: Yanlarında nefisten daha nefis yemekler duruyordu. Bir taraflarında da kokmuş, murdar olmuş et duruyordu. Ama o enfes yemeklerden yemiyor; hatta dönüp bakmıyor; o kokmuş murdar etten yiyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sorunca, Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar erkek ve dişi ümmetlerindir. Yanlarında helalinden kadını dururken; haram olan zina ve benzeri günahları irtikab edenlerdir.
Bundan sonra bazı adamlar gördüm; odun yığmışlardı. O odunları kaldırmak istiyorlar; ama kaldıramıyorlardı. Tekrar üzerine odun getirip koyuyorlardı; kaldırmak istiyorlardı. Ama kaldırmaya güçleri yetmiyordu. Tekrar üzerine odun koyuyorlardı ve böylelikle odunları artırmaya gayret edip çalışıyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, senin ümmetin içinde dünyaya düşkün olanlardır. Mallarını yiyip bitirmeye güçleri yetmezken, kanaat etmeyip çokça yığmaya çalışıyorlar. Dünyaya ve dünya malına muhabbet edip artırmak için gayretle çalışıyorlar.
Bundan sonra, koca bir taş gördüm; küçük bir deliği vardı. O delikten bir yılan çıktı; büyüdü. Döndü, yine o deliğe girmek istedi. O deliğe sığmadı; şaşkın şaşkın taşın çevresinde dönmeye başladı.
Bu nedir?.
Dediğim zaman, Cebrail şöyle anlattı:
O taş, ümmetin gövdelerine misaldir. O küçük delik ise, ağızlarıdır. O yılan ise.. yalan, fuhuş, haram ve gıybet olarak söyledikleri kelamlarıdır. Ağızlarından çıktıktan sonra, o kelamları yutmak mümkün olmaz. Hatta, o kelamlarından dolayı, dünyada ve ahirette ceza görür; azar işitir; hesaba çekilirler. Ümmetine söyle: Ağızlarını kötü söz, haram ve dil afeti sözlerden tamamen korusunlar. Böyle etsinler ki, selamet bulalar.
Bundan sonra, bir şahıs gördüm; kuyudan su çekiyordu. Zahmetlerle kovayı kuyunun ağzına getirdiği zaman, içinde hiç su bulamıyordu. Zahmetten başka eline bir şey geçmiyordu. Bunun durumunu da sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Amellerini Allah için halis etmeyip riyakarlık edenlerdir. Dünyada zahmet çekip amel işlerler; ama riya ile. Ahirette, bu amellerinden ötürü, kendilerine hiç bir sevap verilmez. Hatta azaba uğrarlar.
Bunlardan başka bir kavim daha gördüm; sırtlarında çokça yükleri vardı. Üzerlerindeki yükü dahi taşımaya güçleri olmadığı halde; halka: Üzerimize yük vurun. Diye teklif ediyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diyerek sordum; Cebrail şöyle anlattı.
Bunlar, insanların bıraktığı emanete hiyanet edenlerdir. Boyunlarında bu kadar yük varken, durmadan zulüm yollu halktan alınacak mal talep ederler…
Bundan başka bir kavim daha gördüm; dudakları ve dilleri uzayıp sarkmıştı. Onların uzayıp sarkan dillerini ve dudaklarını, melekler ateşten makaslarla kesiyorlardı. Kesildikçe, onların dilleri ve dudakları yine uzuyor; sarkıyordu. Melekler de yine önceki gibi ateşten makaslarla kesiyordu.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetin içinden çıkıp insanları beylere ve padişahlara gammazlayan kimselerdir. Yalanlarını tasdik ettirip onları yapacakları zulümden almak şöyle dursun; bu yolda müdahene edenlerdir.
Bir cemaat daha gördüm; melekler, bunların etlerini kesiyor; kendilerine veriyor ve:
Yiyin…
Diye emrediyorlardı. Onlar iğrenip yemek istemedikçe, melekler onları dövüyor ve zorla:
Yiyin…
Deyip yediriyorlardı…
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetin içinde insanların gıybetini edenlerdir.
Bundan sonra, bir kavim gördüm; yüzleri siyah, gözleri mavi idi. Alt dudakları ayaklarına inmişti; üst dudakları da alınlarına bitişmişti. Ağızlarından kan ve irin akıyordu. Bir ellerinde ateşten şişe var; bir ellerinde de ateşten kadeh.. Ağızlarından akan kan ve irin şişe içine girip kaynıyor. Melekler de onlara;
İçin…
Diye zorluyordu. Kadehleri doldurup içmek istedikleri zaman, onun kaynar şiddetinden, murdar kokusunun kötülüğünden, dayanamayıp himar gibi bağırıyorlardı. O melekler ise, onları dövüyor, zorluyor ve içiriyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar şarap içenlerdir.
Bunlardan başka bir kavim daha gördüm; dilleri enselerinden çıkmış, suretleri domuz suretini almıştı. Altlarından ve üstlerinden onları azap sarmıştı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetinden yalan yere şahidlik edenlerdir. Hakkı iptal edip Allah’ın kullarına zulüm edenlerdir.
Bunlardan başka bir güruh gördüm. Karınları şişip aşağı sarkmıştı. Ellerine ve ayaklarına köstek vurmuşlardı. Ayağa kalkmak istedikleri zaman, karınlarının büyüklüğünden kalkamıyor; yere yıkılıyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar faiz alanlar ve insanların mallarını zulüm yollu yiyenlerdir. Yani: Ümmetin arasında.
Bundan sonra, bir kısım kadınlara rastladım. Bunların yüzleri kara olmuş; vücutlarına ateşten elbiseler giydirmişlerdi. Ateşten topuzlarla melekler onlara vuruyorlardı. Köpekler gibi de uluyorlardı. Bunların kimler olduğunu sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar öyle kadınlardır ki, zina eder ve kocalarına eza cefa ederler.
Bunlardan başka bir takım kimseleri gördüm ki, bunları ateşten bıçaklarla boğazlıyorlardı. Tekrar diriliyorlardı, tekrar boğazlıyorlardı. Daima böyle bir azab ediliyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetinden haksız yere adam öldürenlerdir.
Bunlardan başka bir zümre daha gördüm ki; havada asılı duruyorlardı. Kulaklarından, burunlarından ve ağızlarından ateşler çıkıyordu. Her birine şiddetli sert iki melek verilmişti. Her meleğin elinde yetmiş budaklı ateşten sopa vardı. Bu sopa ile, daima ve hiç durmadan o taifeye azab ediyorlardı. Şu manalı tesbihi okuyorlardı:
Kadir Muktedir, Allah sübhandır. Düşmanlarından intikam alan Allah sübhandır. Yüce sultan Allah sübhandır.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum, Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, dilleri ile iman izhar edip kalbleri küfür ve nifak dolu olan münafıklardır.
Bundan sonra, bir bölük kavme rastladım. Gördüm ki: Bu taife ateşten bir vadide hapsolmuşlar; ateş bunları yakıyor. Ama tekrar tazeleniyorlar; yani, vücutları yerine geliyor, yine ateş yakıyor. Böylece azab olunuyorlar.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar analarına, babalarına itaat ve tazim etmeyip asi ve karşı gelen kimselerdir.
Bundan sonra bir bölük kavme daha rastladım. Bunlar göğüsleri üzerine ateşten tabaklar koymuşlar; melekler de onlara sopalarla vurup azab ediyorlar.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetinden saz çalıp halka name söyleyip mutriplik edenlerdir.
Bundan sonra, korkunç bir gürültü işittim.
Bu gürültü nedir?.
Diye sordum; Cebrail bana şöyle anlattı:
Cehennemin kenarından bir taş içine düştü. Üç bin yıldır, aşağı doğru gidiyordu; şimdi dibine vardı. Onun gürültüsü.
Bu taş üzerine şöyle beyan olundu:
Adam başı kadar bir taşı dünya semâsından salıversen; yirmi dört saatte yere iner. Halbuki bu mesafe beş yüz yıllık yoldur. Bundan düşün ki, adam başı kadar taş yirmi dört saatte beş yüz yıllık yol alınca; o büyük taş üç bin yılda nekadar yıllık yol alır? Bunu düşünüp cehennemin derinliği ne kadardır anla. Buna göre de, cehennemden Yüce Hakka sığın.
Resullüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra bir başka vadiye vardım; buradan kötü kokular ve sevimsiz sesler geliyordu.
Bu ne kokudur?.
Dedim; Cebrail bana şöyle anlattı:
Cehennemin kokusudur. Hele dinle, ne söylüyor.
Dinledim cehennem şöyle diyordu:
Ey benim Rabbım, bana söz verdiğin kullarını gönder. Benim zincirlerim, dikenlerim, bukağılarım, zekkumlarım, kızgın sularım, irinlerim ve daha başka azaplarım; ayrıca yılanlarım ve akreplerim gayet çoğaldı. Derinliğim gayet derin oldu. Artık bana vaad ettiğin kullarını gönder türlü azaplarla onlara azap edeyim.
Onun bu dileğine karşılık Yüce Hak şöyle buyurdu:
Ey cehennem, bu işleri sana bırakacağım. Bana şirk koşan herkesi, beni ve peygamberlerimi inkar eden kâfirleri, habis olanların her erkek ve dişisini, zalim olup kıyamete iman etmeyenleri sana atacağım.
Yüce Hakkın bu vaadine cehennem razı oldu ve şöyle dedi:
Razı oldum ya Rabbi.
Bundan sonra bir vadiye vardım. Burnuma güzel kokular geldi.
Bu güzel kokular nedir?.
Diye sordum. Cebrail bana şöyle anlattı:
Burada Firavun’un karısını keseleyen kadının ve kızlarının kabri vardır. Buraya cennet yemişleri gelmiştir. Bu güzel koku o cennet yemişlerinin kokusudur.
Bu keseci kadının hikayesi şöyledir:
O keseci kadın, Musa’ya A.S. gizlice iman getirmişti. İmanını daima gizler; hiç duyurmazdı. Her zaman olduğu gibi bir gün, Firavun’un kızının saçlarını altın tarakla tarıyordu. Tarak elinden düştü; eğilip alırken yavaşça:
Bismillah. (Allah’ın adı ile)
Diyerek tarağı aldı. Ama, ağzından çıkan bu ses açıktan çıktı ve ne dediği belli oldu. Firavun’un kızı onun dediğini işitince; şöyle sordu:
Allah.. Diye andığın babam mıdır?.
Ama, o keseci kadın artık imanını gizlemeden şöyle anlattı:
O andığım şanı büyük Allah’tır. Benim, senin, babanın Rabbı ve halikidir. Öyle yüce Haktır ki, nimeti her yana yaygındır; ondan başka ilah yoktur.
Onun böyle demesine karşılık Firavun’un kızı şöyle dedi:
Senin babamdan başka Rabbın var mıdır?.
Keseci kadın şöyle anlattı:
Senin baban mahluktur. Benim Rabbım senin babanı ve cümle mahlukatı yaratan tek yaratıcıdır. Daimi varlıktır; evveli ve ahiri yoktur.
Kız şöyle dedi:
Şimdi babama haber vereyim mi ki, sana ceza versin? Korkmuyor musun?.
Keseci kadın, kızın bu sözüne karşı şöyle dedi:
Haber ver, ne yapmaya gücü yetiyorsa yapsın.
Bundan sonra kız gelip babasına haber verdi. Firavun o keseci kadını getirtip şöyle sordu:
Senin benden başka Rabbın var mıdır?.
Keseci kadın şu cevabı verdi:
Evet vardır. Seni yaratan ve sana bunca nimetleri veren Alemlerin Rabbıdır!.
Firavun, keseci kadına öfkelendi ve şöyle dedi:
Tez bana secde et. Ve bana: Rabbım’sın. De… Yoksa seni, şimdi şiddetli azab ile azaba sokar ve helak ederim.
Keseci kadın Firavun’un o sözüne karşılık şöyle dedi:
Ne türlü azab etmek istersen et. Senin azabın dünya azabıdır. Ölür, kurtulurum. Rabbımın nimetine ve lütf-u keremine mazhar olurum. Ben hak dinimden dönmem. Bin canım olsa dahi, hepsini dinimin yolunda feda ederim.
Bundan sonra, Firavun o kadının kocasını ve çocuklarını getirtti; tekrar tekrar zorladı ve şöyle dedi:
Dininizden dönün, yoksa hepinizi öldürürüm.
Daha başka tehditler de savurdu; korkutmaya çalıştı. Ama o keseci kadın ve kocası hiç korkmadılar; şöyle dediler:
Biz, dinimizde sabit kalacağız. Sen ne çeşit azab etmek istersen et.
Bundan sonra Firavun, bir büyük kazan içine su doldurttu. Altına da ateş yaktırdı. Su şiddetle kaynamaya başladı. Emir verdi: Keseci kadının ve kocasının çocuklarını ellerini ve ayaklarını bağlattı. Sonra onlara hitaben, şöyle dedi:
Şimdi bana tapın. Yoksa cümlenizi kazanın içine atar; öldürürüm.
Şu cevabı verdiler:
Bildiğinden geri kalma, hemen kazanın içine at.
Firavun emir verdi; önce kocasını o kaynar kazanın içine attılar; haşlanıp öldü. Bundan sonra, çocuklarını peş peşe kazana attırıp öldürdü. Kadının yeni doğan bir çocuğu vardı; en sona onu bıraktı. Çocuğunu getirtti ve kadına şöyle dedi:
Bana tapacak mısın? Yoksa bunu da atayım mı?.
Keseci kadın bunun üzerine bir ah çekti; içinden şöyle geçirdi:
Kalbimde imanımı gizleyeyim. Firavun’u dil ucu ile aldatayım. Yeter ki, bu masum kurtulsun.
İşte bu anda, Vahid Ferd Samed Yüce Hak o çocuğa konuşma ihsan eyledi; söylemeye başladı.
Bu şekilde sabi iken konuşan on bir çocuk vardır; onların biri de budur. Şöyle konuştu:
Anacığım, sabret; bırak beni de ateşe atsınlar. Bizim için cennet hazırlandı. Çünkü sen hak üzeresin; Firavun da batıl üzeredir. Bir nefes sabret; bu fani alemden halas olur; ebedi nimete ve sonsuz zevke vasıl oluruz.
Firavun o çocuğun söylediğini işitince:
Tez kazana atın.
Dedi, o masumu da kazana attırdı. Bunun üzerine o keseci kadın, Firavun’a hitaben şöyle dedi:
Bunca zamandır kızının saçlarını tararım. Sende hakkım vardır; bunun için senden bir dilekte bulunacağım, kabul eyle.
Firavun sordu:
Ne istersin?.
Keseci kadın şöyle anlattı:
Acele olarak beni de kazana atın. Bundan sonra bir çukur kazın. Beni ve kocamı, çocuklarımı hepimizi o çukura doldurun; üzerimizi toprakla örtün. Bizi, birbirimizden ayırma.
Keseci kadının bu dileğini Firavun kabul edip onu da kazana attırdı. Sonra, bir çukur kazdırdı. Hepsini o çukura doldurdu. Daha toprakları üzerine tamamen örtülmeden, Gani Kerim Rahman ve Rahim olan Yüce Allah ki, onun nimeti her şeye şamildir ve kendisinden başka ilah yoktur; cennat-ı aliyattan tabaklar içinde türlü yemişler ve hediyeler gönderdi. Rahmet çeşidi ile onları lütfuna mazhar eyledi. İşte bu güzel kokular, o yemişlerin kokularıdır.
Resullüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra bir vadiye vardım; orada latif rüzgâr esiyor ve güzel kokular geliyordu. Gayet tatlı sesler duyuluyordu. Sordum:
Bu sesler neyin sesidir?. Ve ne söylüyorlar?. Bu latif rüzgâr ve güzel kokular neyin kokusudur?.
Cebrail şöyle anlattı:
Cennetin rüzgârı ve kokusudur. Hele dinleyin; neler söylüyor, anlarsınız.
Dinledim; cennet şöyle diyordu:
Ey benim Rabbım, bana vaad ettiğin kullarını gönder. Köşklerim, kalın ve ince dibalarım, ipeklilerim, döşemelerim, incilerim, cevherlerim, altınlarım, gümüşlerim, misklerim, anberlerim, yaygılarım, ibriklerim, kaselerim ve çeşit çeşit yemişlerim, bal, süt, şarap, su ırmaklarım, huri, gılman, vildanlarım ve hesaba gelmeyen nimetlerim gayet çoğaldı. Vaad alan kullarını gönder ki türlü nimetlerinle nimetlendirip ikramınla ikram edeyim. Türlü türlü lütuflarınla muazzez ve muhterem edeyim.
Cennetin bu dileğine karşılık Yüce Hakkın şu güzel hitabı geldi:
Ey Cennet, istediklerini sana göndereceğim. Bana iman getirip tevhid eden, resullerime inanıp tasdik eden, yararlı amel işleyip bana şirk koşmayan, erkek ve kadınları sana göndereceğim. Her kim benden ve azabımdan korkarsa, gerçekten ben onu azabımdan emin ederim. Her kim, muradını, maksudunu, hacetini bana tazarru ve niyazla açarsa… onun hacetini kabul ederim; muradını ve maksudunu veririm. Her kim bana borç verirse… (borçtan murad: Allah rızası için fakirlere çaresizlere, muhtaçlara verilen sadakalar ve Hak yolunda hayır için harcanan mallardır.) ona kat kat mükâfat veririm. Her kim işlerini bana bırakır; cümle işlerini bana ısmarlayıp tevekkül ederse; onun bütün işlerine yeterim. Allah, ancak benim; benden başka ilah yoktur. Ben, cümle vaadimi yerine getiririm. Vaadimden dönmek olmaz. Gerçek şu ki: Bütün müminler felah bulmuşlardır. Yaratıcı olarak da en güzel Allah’ın şanı pek yücedir.
Bu güzel hitab üzerine cennet şöyle dedi:
Razı oldum, ya Rabbi.
Ve… Resullüllah S.A. efendimiz, Mescit-i Aksa’ya varıncaya kadar nice nice acaip işler gördü. Ancak, meşhur olanlar bu kadardır; dolayısı ile bu kadarla yetiniyoruz.
Resulüllah S.A. efendimiz şöyle devam buyurdu:
Bundan sonra Beyt-i Makdis-e gittik. Gördüm ki, semâdan melekler nazil olmuşlar. Onlar beni karşıladılar ve izzet sahibi Rabbımdan bana türlü türlü ikram ve nice nice nimetlerin müjdesini verdiler. Beni şöyle diyerek selâmladılar:
Selâm sana ey evvel, selâm sana ey ahir, selâm sana ey Haşir…
Bu deyişle bana saygılar sundular. Cebrail’e dedim ki:
Bu meleklerin bana yaptığı saygı selâm ne biçim bir saygıdır?.
Evvel, Ahir, Haşir Alemlerin Rabbı Allah’tır.
Cebrail şöyle anlattı:
Ya Resulellah, kıyamet günü herkesten evvel sizin ve ümmetinizin kabri yarılacaktır. Bu manada size:
Ey Haşir.
Dediler. O gün, en evvel siz şefaat edeceksiniz; en evvel makbul olacak şefaat da sizin şefaatınızdır. Bu manada size:
Ey Evvel.
Dediler. Dünya aleminde siz cümle peygamberlerin ahirisiniz, ümmetiniz de cümle ümmetlerin ahiridir. Bu manada size:
Ey Ahir.
Dediler.
Sonra…
Melekleri geçip Mescit-i Aksa’nın kapısına geldim. Bürak’tan indim; Cebrail Bürak’ı oradaki bir halkaya bağladı. Nebiler ve Resuller, bineklerini o halkaya bağlarlardı. Nebiler ve resuller beni karşılayıp tazim ve tekrimde bulundular.
Nebilerin ve resullerin, Resulüllah S.A. efendimizi karşılaması hakkında iki rivayet vardır;
Biri şöyledir:
Yüce Hak, peygamberleri habibi Resulüllah S.A. efendimizi tazimle karşılamaları için diriltti; onlar, cesetleri ile hazır oldular.
Ancak, meşhur ve zahir olan rivayet odur ki:
Onlar latif ruhları ile hazır oldular.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Onları gayet muazzam, mübeccel ve münevver gördüm. Cebrail’e onların kim olduklarını sordum; bana şöyle anlattı:
Kardeşlerin, babaların nebiler ve resullerdir. Onlara selâm ver.
Onlara selâm verdim; birlikte Mescit-i Aksa’ya girdik. Kamet okundu. Kendi kendime:
Acaba kim imam olacak?.
Diye gözlerken, Cebrail elimden tuttu; sonra şöyle dedi:
Siz öne geçin; imam olun. Çünkü, en faziletli ve en keremli sizsiniz.
Ben de öne geçtim; cümle nebilere ve resullere imam oldum; iki rekat namaz kıldım.
Ulema, burada kılınan namaz hakkında çeşitli görüş belirtti:
Acaba ne şekil bir namazdı?.
Diye… Nafile namaz olsa, nafile namazı: Cemaatle kılmak meşru değildir. Yatsı namazı olsa… o zaman: Yatsı namazı farz olmamıştı. Kaldı ki; yatsı namazı dört rekattır.
Bu hususta muhakkik alimlerin kavli şudur:
Resulüllah S.A. efendimizin Mescit-i Aksa’da kıldığı namaz; her semada imam olup kıldığı ve Beyt’ül-Mamurda kıldığı namaz; sidre-i müntehada bütün meleklere imam olup kıldığı namaz kendi özellikleri arasındadır. Alemlerin Rabbı Yüce Allah’ın fermanı ile kılınmıştır.
Resullüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Namazdan sonra arkamı mihraba, yüzümü de embiyaya döndürdüm; onlarla konuştum. Her peygamber, kendisine ihsan olunan Rabbani nimetler dolayısı ile Yüce Rabba sena etti. Ben de, Yüce Hakkın ihsanı, keremi olan üstün nimetlerinden, güzel lütuflarından ötürü Rabbıma sena ettim.
İbrahim A.S. sena edip şöyle dedi:
Hamd ü sena o yüceler yücesi ulu Allah’a ki, beni halil eyledi; bana büyük mülk verdi.
Musa A.S. senasında şöyle dedi:
Hamd ü sena o yüceler yücesi ulu Allah’a ki, vasıtasız benimle konuştu. Benim elimle Firavun’u ve hempalarını suda boğdurdu. İsrailoğullarına necat ihsan eyledi. Benim ümmetimden bir kavim kıldı ki, bunlar Hak’a hidayet olunur; hakla adalet ederler ve Yüce Hak’ın rızası için amel işlerler.
Bundan sonra Davud A.S. sena etti ve senasında şöyle dedi:
Hamd ü sena o Yüce Hak’ın zatına ki, büyük bir mülkle beni melik eyledi. Bana Zebur kitabını ihsan eyledi. Demiri elimde mum kadar yumuşak eyledi. Dağları ve kuşları bana müsahhar etti. Onlar, benimle tesbih okurlardı. Bana şeriat ilmi, güzel konuşmak ihsan ve ita eyledi.
Bundan sonra, Davud’un oğlu Süleyman A.S. sena etti ve şöyle dedi:
Hamd ü sena o Kadir Kayyum Allah’a ki, bana rüzgarları müsahhar eyledi. Cinni ve şeytanları müsahhar eyledi; dilediğimi yaptırdım. Bana kuşların ve hayvanların dillerini bildirdi. Nice kulları üzerine beni faziletli kıldı. Bana öyle büyük bir mülk verdi ki; benden başkası öyle mülke sahib ve nail olmadı, olamaz.
Bundan sonra İsa A.S. sena etti; şöyle dedi:
Hamd ü sena o Yüce Yaratıcıya ki, Adem’i topraktan yarattığı gibi, beni de babasız ve maddesiz:
KÜN. (OL)
Emri ile yarattı. Bana Tevrat’ın ve İncil’in ilmini ve şeriatın ilmini öğretti. Benim duâmla, gözsüzlere göz ve hastalıklara şifa ihsan eyledi; ölüleri diriltti. Beni ve anamı lain Şeytan’ın mekrinden emin kıldı. Beni diri olarak semâya çıkardı.
Bundan sonra, onlara şöyle dedim:
Hepiniz, Alemlerin Rabbına sena ettiniz; ben de sena edeyim.
Ve… başladım:
Hamd ü sena o Gafur Rahim Gani Kerim Celal ve İkram Sahibi Zata ki; beni alemlere rahmet, bütün insanları sevindiren ve çekindiren resul olarak gönderdi. Bana öyle bir kitap gönderdi ki, onun içinde her şeyin beyanı vardır. Benim ümmetimi cümle ümmetlerden hayırlı kıldı. Benim ümmetimi orta ümmet eyledi. Benim sinemi yardı; benden günahı kaldırdı. Benim zikrimi yüce kıldı. Beni cümle yaratılmışların FATİH’i ve cümle nebilerin SONUNCUSU eyledi.
Bu senamdan sonra İbrahim A.S. şöyle dedi:
Bu FATİH’lik ve SONUNCU olmakla cümle nebiler üzerine faziletli kılındınız.
Makamat rivayetinde şöyle anlatıldı:
Resulüllah S.A. efendimiz Bey-i Makdis’e vardığı zaman, bütün nebiler ve resuller kendisini karşılayıp merhabaladılar. Çeşitli övgülerle övdüler. Üzerine tabak tabak nurlar saçtılar. Burak’ın önünde, taa, Mescit-i Aksa’ya kadar yürüdüler. Bundan sonra, Resulüllah S.A. efendimiz Bürak’tan indi. Cebrail A.S. Bürak’ı bağlayınca, durdular.
Sonra, Resulüllah S.A. efendimize hitaben, şöyle dediler:
Ya Habibellah, mescidin içine önce siz girin.
Resullülah S.A. efendimiz onlara şöyle dedi:
Siz, benden evvel peygamber gönderildiniz; öne geçmeye, siz benden daha layıksınız. Onun için siz önce giriniz.
Bunun üzerine, şanı yüce izzet sahibi Rabb’ın şu hitabı geldi:
Ey Habibim, insanların davet için bu vucut alemine cümleden sonra teşrif edip risaletle ayrı bir mevki kazandın. Ama ketm-i ademde vücut bulan cümleden evvel ve kıdemli olan sensin. Onların hepsi senin nurundan yaratıldı. Önce içeri girmeye sen daha layıksın. Sen gir.
Bu hitab üzerine, Resulüllah S.A. efendimiz, Cebrail ile beraber içeri girdi. Sonra, nebiler ve resuller içeri girdiler. Bundan sonra, Cebrail ezan okuyup kamet getirdi. Resullüllah S.A. efendimiz imam oldu. Nebiler, resuller ve hazır olan mukarreb melekler Resulüllah S.A. efendimize uyup iki rikat namaz kıldılar.
Bundan sonrasını Resulüllah S.A. efendimizden dinleyelim:
Namazı bitirdikten sonra, sırrıma hitab, derunuma ilham olundu:
Şimdi duâ vaktidir; ümmetine duâ et.
Diye… Bunun üzerine, yüce dergaha el açıp tazarru ve niyaza başladım. Zaif ümmetimin necat ve selametleri, af ve mağfiret olunmaları için duâ ettim. Cehennem ateşinden halas olmalarını taleb ettim. Orada bulunan bütün nebiler, resuller ve hazır olan mukarreb melekler de duâma:
AMİN.
Dediler. Tam bu anda kalbime şöyle bir nida geldi:
Ey Habibim, oturduğun yer, Mescit-i Aksa; gecen, Mirac gecesi; duâ eden, senin gibi şanlı peygamber ve Allah’ın sevgilisi; duâna:
AMİN.
Diyenler de, bütün nebiler, resuller, mukarreb melekler; duâ ettiğin zat ise… merhametliler merhametlisi, keremliler keremlisi, cümleyi hidayet nuruna erdiren celal ve ikram sahibi Allah’tır.
Duâların makbul olacağına, ümmetinin günahları bağışlanacağına ve azaptan necat bulacaklarına şüphe yoktur. İzzetime, celalime yemin ederim ki, onlara rahmetimi ihsan eyledim. Cemalimi müşahede ile müşerref olmağı onlara hil’at eyledim.
Allahım, son nefesimizi imanla kapa. Seni görmeyi bize nasib eyle. Ya Rahim, Ya Rahman, peygamberin Muhammed S.A. hürmetine. Amin! Ya Hannan, ya Mennan…
Resulüllah S.A. efendimiz devamla anlatıyor:
Bundan sonra, Cebrail dışarı çıktı. Döndüğü zaman elinde üç kâse vardı. Bunların birinde süt, birinde şarap, diğerinde de su vardı. Onları bana sundu:
Bunlardan birini seçip için.
Deyince, ben sütü alıp içtim; ama dibinde biraz kaldı. Cebrail’e kâseyi verdiğim zaman, bana şöyle dedi:
İslam fıtratını seçtin.
Sonra hafiften bana bir seda geldi:
Ya Muhammed, kâsedeki sütü tamamen içseydin; ümmetinden hiç kimse cehenneme girmeyecekti.
Bunun üzerine Cebrail’e şöyle dedim:
O kâseyi bana ver; içindeki kalan sütü içip bitireyim.
Cebrail şöyle dedi:
Ezelde takdir olunup Umm’ül-Kitap’a yazılan yerini bulur ve buldu ya Resulüllah.
Ulema şöyle anlattı:
Resulüllah S.A. efendimizin, mirac gecesi Kâbe-i Mükerreme’den doğruca semâya gitmeyip önce Beyt-i Makdis’e varıp oradan Miraca çıkması babında on yedi fayda vardır.
Biz burada o on yedi faydayı beyana kalksak uzun olur; ancak biz onlardan ikisini beyanla yetineceğiz.
BİRİNCİSİ:
Resulüllah S.A. efendimiz, semâya doğruca Mekke’den gidip mirac eyleseydi; sonra da bunu ümmetine haber verseydi; bilhassa inadlaşanları ilzam etmek hem müşkil, hem de zor olurdu. Ama Resulüllah S.A. efendimiz:
Önce Beyt-i Makdis’e vardım; ondan sonra semâya uruc ettim.
Buyurdu. Resulüllah S.A. efendimiz bu haberi verdiği zaman, inadlaşanlar yine inkar etti.
Resulüllah S.A. efendimiz onların suallerine doğru cevap vermek ve oranın şeklini olduğu gibi anlatmak sureti ile onları ilzam edip susturdu. Miracını böylece isbat eyledi.
Bu durumu biraz daha açalım…
Resulüllah S.A. efendimiz, mirac edişinin ertesi gün; durumu haber verdiği zaman inkar ettiler. Şöyle dediler:
Şayet oraya vardınsa Mescit-i Aksa’nın durumunu bize anlat.
Onların bu teklifi karşısında, Resulüllah S.A. efendimiz mütahayyir oldu. Çünkü, orada nebilerin ve resullerin güzel sohbeti ile mütelezziz olup daldığından; Mescit-i Şerif’e bakmamıştı.
Tam bu anda Cebrail geldi ve şöyle dedi:
Sübhan olan Yüce Hak’ın sana selâmı var. Bana emir verdi; Mescit-i Aksa’yı önünüze getireceğim. Ona bakın; sorduklarına cevap verin.
Ve… Mescit-i Aksa’yı Resulüllah S.A. efendimize gösterdi. Allah-ü Taâlâ’nın kudreti ile Mescit-i Aksa’yı karşısında hazır görünce sevindi ve inadlaşanlara:
Sorun.
Buyurdu. Onlar sordukça, Resulüllah S.A. efendimiz isim ve resim şekli ile haber verdi. Mesela:
Direkleri kaç tanedir?.
Diye sordular. Resulüllah S.A. efendimiz, her direği vasfı ile anlattı. Ebru taşı mıdır; mermer midir? Vasfına göre bir bir ayan etti. Her direğin aralığı ne kadar ise… onu da anlattı. Bunun üzerine şöyle dediler:
Oraya gittiğine şek ve şüphe yoktur. Biz, defalarca gittiğimiz halde, onu bu şekilde anlatmaya gücümüz yetmez.
İşte… onların bu ikrarları ile, kendilerini ilzam edip miracını isbat eyledi.
İKİNCİSİ:
O yer ki, Beyt-i Makdis’tir; mahşer yeri orası olacaktır. Ruz-ü cezada cümle mahluk o yerin üzerinde toplanacaktır. Bu sebepledir ki, Allah-ü Taala, Habibi, Resulü, cümleden ulu kıldığı Muhammed S.A. efendimizi pak cesetleri ile oraya getirdi. Mubarek ayaklarını dünya aleminde o yerin üstüne bastırdı. Ta ki: Kıyamet günü olup o yerde cümle mahluk toplanıp haşroldukları zaman; Resulüllah S.A. efendimizin daha önce, hayat aleminde o yere basması hürmetine, kendisini tasdik eden ümmetine orada durmak kolay gele. O yerin dehşetinden ve şiddetinden emin olalar. O yerin üzerinde bulunan durak elli duraktır; her durakta biner yıl kalınacaktır. Böylece o gün, elli bin yıllık vakit olur.
Resulüllah S.A. efendimizin hürmetine; oralarda ümmetinin durmasını Allah-ü Taala kolay eder. Böylece onlar, o günün cümle dehşetinden ve şiddetinden selamet bulur, salim olurlar. Amin! Resullerin efendisi, Alemlerin Rabbı Yüce Allah’ın Habibi ve müttakilerin imamı hürmetine… Allah-ü Taala ona salat ve selam eylesin.
Tekrar Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına dönelim; şöyle buyurdu:
Bundan sonra, Cebrail elimden tuttu; beni dışarı çıkardı. Çıkar çıkmaz bir merdiven gördüm. Bir ucu sahrada, bir ucu da semâya ulaşmış bitişmişti. Bir tarafının direği kırmızı yakuttan, bir tarafının direği de yeşil zümrüttendi. Ortasındaki basamakların biri altından, biri gümüşten, biri inciden ve her basamağı bir başka cevherdendi. Türlü türlü süsler ve bezeklerle bezenmiş beş yüz basamaktı; gayet de güzeldi. Ondan güzel bir şey görmedim.
O merdiven, meleklerin yoluydu. Semâdan yere ve yerden semâya inip çıkan melekler; o merdivenden inip çıkarlardı. Ölüm meleği Azrail ruhları almak için, o merdivenden teşrif ederdi. Ademoğullarının ruhları da oradan çıkar. Mümin kulun ölümü yaklaştığı zaman, Yüce Hak, o merdiveni gösterir; Azrail’in indiğini görür. O merdiveni seyre dalar; sekerat-ı mevti artık duymaz. Tıpkı, Züleyha’yı ayıplayan kadınlar parmaklarını kestiklerinden haberdar olmadıkları gibi…
Yusüf A.S. ile Züleyha’nın hikayesi aşağıdadır:
Bazı kadınlar:
Züleyha, yanındaki genci seviyor.
Diyerek, kendisini ayıpladılar. Bunun üzerine, Züleyha o kadınları davet etti. Yusüf’e de şöyle dedi:
Seni, onların yanında içeri çağırdığım zaman gel; bir mikdar dur.
Bundan sonra, o kadınlara şöyle dedi:
Sizinle turunç yiyelim.
Sonra, her birinin eline birer turunç, birer tane de keskin bıçak verdi. Onlar turuncu keserken, Züleyha Yusüf’ü çağırdı. Yusüf içeri girip bir mikdar durdu. O kadınlar Yusüf’ün güzelliğini ve cemalini görünce, hayran oldular. Her biri, turuncu kestim zannı ile ellerini bir kaç yerinden kestiler; fakat hiç acısını duymadılar. Taa, Züleyha Yusüf’ü dışarı gönderinceye kadar… Sonra… Züleyha, o kadınlara sordu:
Bu elinizdeki kan nedir?.
Kadınlar bakıp kanları gördükleri zaman, şaşırıp şöyle dediler:
Elimizi kesmişiz; hiç duymadık.
Onlar, Yusüf’ü gördükleri zaman, ellerini kestiklerinin farkında olmadıkları gibi; o Kerim Rahman olan Yüce Mevla mümin kullarına o merdiveni gösterip o merdivenin güzelliği ile meşgul eder; ölüm acısını duyurmaz. Bundandır ki, ölünün gözü açık kalır. Zira o, merdivenin seyrinde iken, ruh çıkar. Ruh çıktıktan sonra da, gözünü kapamak onun için mümkün olmaz; açık kalır.
Allahım, bize ölüm acısını kolay eyle. Son nefesimizde çenemizi imanla kapa. AMİN.
Sonrasını Resulüllah S.A. efendimiz şöyle anlattı:
Cebrail beni kanadı üzerine aldı. Sağımdan ve solumdan melekler beni sardı. O merdivenden semâya doğru çıktık.
Bu hususta gelen bir rivayet şöyledir:
Resulüllah S.A. efendimiz mirac için orada bulunan bir taşa bastı. O taş, Resulüllah S.A. efendimizin mübarek ayağı altında pamuk gibi yumuşadı. Halen, Resulüllah S.A. efendimizin ayak izi, o taşın üzerinde mevcuttur.
Resulüllah S.A. efendimiz, mübarek ayağını o taşın üzerinden kaldırmak istediği zaman, Allah’ın izni ile o taş Resulüllah S.A. efendimizi yukarı kaldırdı. Bu sırada, merdivenin basamağı da eğildi; taşla beraber oldu. Resulüllah S.A. efendimiz, ayağını taştan alıp merdivene bastı ve:
Dur, ey taş.
Buyurdu. Bastığı basamak, Resulüllah S.A. efendimizi alıp yerine yükseldi. Sonra öbür basamak eğilip geldi; Resulüllah S.A. efendimizi aldı yerine yükseldi. Sonra üstündeki basamak eğilip geldi; Resulüllah S.A. efendimizi alıp yerine yükseldi. Sonra, onun üstündeki basamak eğilip geldi; Resulüllah S.A. efendimizi alıp yerine yükseldi. Taa, semâya varıncaya kadar, Resulüllah S.A. efendimiz bu şekilde yükseldi.
Cennat-ı aliyatın köşk ve saraylarının derece halleri bu basamaklardaki durum gibidir. O taş, Resulüllah S.A. efendimizin:
Dur.
Emr-i şerifine itaat ederek öylece boşlukta kaldı. Şu anda dahi, o taş öylece boşlukta durur. Onu görüp ibret almak gerekir.
O, bir taş iken, Resulüllah S.A. efendimizin emrine itaat ve inkıyad ederek hala öyle durur. Bu şanlı ümmetine yakışır mı ki: Yüce Hak tarafından, Habib-i Ekrem’i S.A. efendimize itaat ve inkıyad emri almış oldukları; ona muhalefetten men ve nehy olundukları halde itaat etmeyip muhalefet edeler.
Bu manayı düşünmelidir. İbret alınmalı; Resulüllah S.A. efendimizin yüce emrine, hidayet sünnetine tabi olmalı; ona tam itaat ile dünyanın ve ahiretin rüsvaylığından ve azabından kurtulup iki cihanın saadetine ermek için çalışıp gayret göstermelidirler.
Allah-ü Taâlâ, cümlemize başarısını arkadaş eylesin. AMİN.
Bir başka rivayette ise, Resulüllah S.A. efendimiz şöyle anlattı:
O merdivenin başında ulu bir melek gördüm; o melek iki elini açacak olsa, yedi kat yer ve yedi kat gök iki eli arasında mahvolur. O melek bana selâm verdi; sevgi gösterdi. Sonra şöyle dedi:
Ya Resulellah, Adem’den A.S. yirmi beş bin sene evvel yaratıldım. O zamandan beri sizi istikbal için; tam bir sevgi ve daima size salavat ile meşgul olarak bu makama kudumunuzu bekliyorum. Allah’a hamd olsun; bu devlete bu gece erdim.
O melekten ayrıldıktan sonra, bir deryaya vasıl oldum. O deryanın iki yüz sene yolluk kalınlığı vardı. O derya Allah’ın kudreti ile asılı duruyor; bir damla dahi su damlamıyordu. Karada ve denizde ne kadar mahluk varsa, o deryada mevcut idi. Gayet de dalgalı idi.
Derler ki:
Güneşe bakıldığı zaman, görünen titreşimler, o denizin dalgalarındandır.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattığına devam edelim:
Bundan sonra, yel hazinesine eriştim. Yelin yetmiş bin muhkem zinciri vardı; pekçe bağlanmıştı. Yetmiş bin melek, onu tutup zaptediyorlardı.
Bundan sonra, dünya semâsına eriştim. Onu, Allah-ü Taâlâ yeşil zümrütten yaratmıştı.
Bir başka rivayette ise şöyle buyurdu:
Su ile dumandan yaratmış… Resulüllah S.A. efendimiz, bu semânın ismi için, bir rivayette:
Refia.
Denildiğini anlattı; bir başka rivayette ise:
Rekia.
Denildiğini anlattı. Bu semânın hazinedarı için ise, şöyle anlattı:
İsmail’dir. Ki bu: Meleklerin peygamberlerindendir.
Resullüllah S.A. efendimiz, bundan sonra, semâlara ulaşmasını anlatıyor.
Birinci Semâ’ya eriştim. Cebrail Birinci Semâ’nın kapısını vurup:
Aç!.
Diye seslendi. O kapının adına:
Bab-ı Hıfz. (Koruma Kapısı.)
Derler. Kızıl yakuttan bir kapıdır. O kapının kilidi incidendir. İçeriden, o kapının bakıcısı olan İsmail; öyle bir ses çıkardı ki, öylesini hiç işitmedim: Bağırıp da:
Aç!. Diyen kimdir?.
Dedi; Cebrail ona cevap olarak:
Cebrailim.
Deyince, bu sefer:
Ya yanındaki kimdir?.
Diye sordu. Cebrail:
Muhammed’dir.
Deyince, tekrar sordu:
Ona peygamberlik verildi mi?.
Onun sorusuna da, Cebrail:
Evet, ona peygamberlik verildi.
Deyince, İsmail tekrar sordu:
Buraya gelmesi için, taleb ve davet olundu mu?.
Onun bu sorusuna da Cebrail şöyle cevap verdi:
Evet, davet olundu.
Bundan sonra, İsmail şöyle dedi:
Merhaba, hoş geldin; ne güzel bir gelici geldi.
Ve.. kapıyı açtı.
Bir rivayette, şöyle anlatıldı:
Resulüllah S.A. efendimiz, Mescit-i Aksa’daki taştan Bürak’a binip semâya yükseldi. Yerden semâya kadar olan mesafe, beş yüz yıllık yoldur. Her semânın kalınlığı beş yüz yıllık yoldur. Her iki semânın aralığı da beş yüz yıllık yoldur.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bu semâdan içeri girdiğim zaman, İsmail’i bir heybet içinde buldum. Nurdan bir kürsü üzerine oturmuştu. Önünde, sağında, solunda ve ardında kendisini yüz bin melek sarmış duruyordu. Her meleğin de ayrıca yüz bin tane askeri vardı. İsmail ve beraberinde olanlar şu tesbihi okuyorlardı:
Pek Yüce Sultan Zatı, noksan sıfatlardan tenzih ederim. Üstün ve Büyük olan Zatı, noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hiç bir şey, kendisinin Benzeri Olmayan Zatı, noksan sıfatlardan tenzih ederim. (Sübhan’el-Melik’il-a’ala, sübhan’el-aliyy’il-azim, sübhane men leyse kemislihi şey’ün.) Ona selâm verdim; selâmımı aldı ve bana tazim eyledi.
Bundan sonra, bir bölük melaike gördüm. Hepsi de, kıyamda huşu ile durmuşlardı. Şu tesbihi okuyorlardı:
Noksan sıfatlardan tam manası ile temizdir. Mukaddes olmakta tam mukaddestir. Rabbımızdır. Meleklerin ve ruhun Rabbıdır. (Sübbuhün kuddüsün Rabbüna ve Rabb’ül-melaiketi ver-ruh.)
Cebrail’e sordum:
Bu meleklerin ibadeti bu mudur?.
Şöyle anlattı:
Bunlar yaratılalıberi, böyledir; kıyamete kadar da böyle kıyamda duracaklardır. Yüce Hak’tan dile: Bu ibadeti ümmetine nasip eylesin.
Duâ ettim; Yüce Hak, o ibadeti ümmetime nasip eyledi. Namazda bulunan kıyamınız odur. Bundan başka, sudan ve rüzgardan yaratılan melekler gördüm. Üzerlerine tevkil edilen meleğin adına:
Raad.
Derler. Bu melek, bulutlara ve yağmurlara müekkeldir. (Yani: Yağmuru yağdırmak ve bulutları o yana çevirmek bunun görevidir.) Şu tesbihi okuyorlardı:
Mülkün ve melekutun sahibi Yüce Zat, tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane zil-mülki vel-melekuti.)
Gök gürültüsü ve şimşek, o meleğin sesinden çıkar.
Dünya semâsında hiç boş yer kalmamıştı. Her dört parmak yerde bir melek, alnını secdeye koymuş Yüce Hakkı tesbih ve tehlil ediyordu.
Orada bir melek gördüm; insan suretinde idi. Belinden aşağısı ateş, yukarısı da kardı. Ateş kara yapışmıştı; aralarında hiç bir ayırıcı yoktu. Böyle iken, ne ateş karı eritiyordu; ne de kar ateşi söndürüyordu. O meleğin gözünden yaş akar; ağlar ve şu tesbihi okurdu:
Ey ateşle karın arasını bulan; mümin kulların kalblerini de birleştir; aralarında ülfet ihsan eyle. (Ya men ellefe beyn’es-selci ven-nar, ellif beyne kulubi ibadikel-mü’minin.)
Cebrail’e sordum:
Bu melek kimdir ve neden ağlar?.
Diye.. şöyle anlattı:
Bu bir melektir. İsmine:
Habib.
Derler. Günah işleyen ümmetinizin günahları için ağlar; af ve mağfiret diler.
Bundan sonra, Âdem’i A.S. dünyada olduğu surette gördüm. Nurdan libaslar giymiş; nurdan taht üzerine oturmuştu. Yüce Hak, ölenlerin ruhlarını ona arz ettiriyordu. O da mümin kulun ruhunu gördüğü zaman sevinip şöyle diyor:
Temiz bedenden temiz ruh.
Sonra, onun için af, mağfiret diler; dua ve rahmet dileği ile tazarru eder, yalvarır. Bundan sonra, melekler o ruhu alıp Yüceler Yücesine götürürler.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruldu:
Gerçek şu ki: İyilerin amel kitapları illiyyindedir. (83/18)
Kafirlerin ve münafıkların ruhları ona arz olunduğu zaman, üzülür şöyle der:
Habis bedenden habis ruh.
Beddua eder. Bundan sonra melekler o ruhu alıp siccine götürürler.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruldu:
Gerçek onların sandığı gibi değil; kötülerin kitabı siccindedir. (83/7)
Cebrail’e sordum:
Bu kimdir?.
Diye.. bana şöyle anlattı:
Babanız Âdem’dir; ileri var ona selâm ver.
Ben de ileri varıp selâm verdim. Selâmımı tazimle aldı:
Merhaba salih oğul, salih nebi. Senin gibi bir oğlu bana hibe eden Allah’a hamd olsun.
Böylece bana hoşgeldin etti. Onun bu övgüsüne karşılık şöyle dedim:
Bana, senin gibi bir baba hibe eden Yüce Allah’a hamd olsun.
Bundan sonra, tekrar Âdem A.S. sena etti ve şöyle dedi:
Allah’a hamd olsun. Sana bu şekilde büyük kerametlerle ikram eyledi. Seni neslimden getirdi. Yüce Hak, sana türlü nimetlerini ve ikramlarını artırıp daim ve baki kılsın.
Onun bu hamdine ve senasına karşılık ben de şöyle dedim:
Celal ve ikram sahibi Allah’a hamd olsun. Seni kudreti ile topraktan yarattı. Ve seni meleklerin omuzunda semâya taşıttı. Seni kıble edip bütün melekleri sana doğru secde ettirdi. Senin için, cenneti mübah eyledi.
Bunun üzerine Âdem A.S. şöyle dedi:
Anlattığın nimetlerin ihsanı bana olsa dahi, yine sen benden daha faziletlisin. Zira o kerametler ve nimetler sizin nurunuz alnımda bulunması hürmetine ve o latif nuruna izaz ikramdı.
Bundan sonra bana çok şeyler söyledi; en sonunda şöyle dedi:
Benden itibaren, size nübüvvet gelinceye kadar, çocuklarımın binde biri cennete konuldu; dokuz yüz doksan dokuzu da cehenneme girdi. Ne zaman ki siz, alemlere rahmet olarak resul gönderildiniz; senin ümmetinden binde biri cehenneme girdi. Dokuz yüz doksan dokuzuna cennet ikram olundu. Yüce Hak, ism-i şerifini senin ism-i şerifine eş kılıp henüz dünyaya gelmeden şerefini cümleye beyan edip açıkladı.
Âdem A.S. şu tesbihi okuyordu:
Yüceler Yücesi Zat sübhandır. Bol Gani Zat sübhandır. Allah’a hamd olsun, noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah-ü Taâla sübhandır; bağışlanmamı dilerim. (Sübhan’el-celil’il-ecelli, sübhan’el-vasii’il-ganiyyi, sübhanellahi ve bihamdihi, sübhanellah’il-azim. Estağfirullah.)
Gördüm ki, Âdem’in A.S. sağ canibinde bir kapı var. Oradan güzel koku gelmektedir. Oraya bakar mesrur olur; güler. Sol yanında bir kapı daha var. Buraya da bakıp mahzun olur; ağlar. Cebrail’e sordum:
Bu nasıl kapılardır?.
Şöyle anlattı:
Sağındaki kapı cennete açılır. Saidlerin ruhları oradan cennete gider. Sağ tarafına bakınca onları görüp şad olur. Solunda olan kapı cehenneme açılır. Şakilerin ruhları oradan cehenneme gider. Sol tarafına bakınca onları görüp mahzun olur.
Sonra, bir melek gördüm. Horoz suretinde idi. Gayet büyük başı yüce arşla beraber olmuştu. Ayakları yedi kat yerden aşağı idi. İki kanadı vardı. Onları açtığı zaman, meşrıkla mağribi doldurdu. O meleğin makamı: Sidre-i Münteha olup tafsili inşaallah orada gelecektir. O meleğin vücudu beyaz inciden; ibrikleri kızıl yakuttan yaratılmıştı.
Beneksiz beyaz horoz beslemekte büyük faydalar ve güzel hassalar vardır. Bunun sırrı ve hikmeti de, o meleğe benzemesindendir. Besleyenin yalnız kendi evinin değil; komşularının dahi, afetlerden ve musibetlerden korunmalarına sebeb olur.
Bu manada, Resulüllah S.A. efendimizin şöyle buyurduğu rivayet olundu:
Beyaz horoz benim dürüst dostumdur. Cebrail’in dahi arkadaşı ve dostudur. Düşmanım şeytanın da düşmanıdır. Beslendiği evin sahibini ve çoluk çocuğunu, civarında bulunan dokuz evin hane halkını korur.
Ancak, bu beyaz horozda şart şudur: Hiç beneği olmayıp halis beyaz olacaktır. Eğer ibiği iki çatal gül ibikli olursa.. bu horozun faydası daha çoktur. Nitekim bu manada Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
Çatal ibikli beyaz horoz benim habibim ve sevdiğimdir. Habibim Cebrail’in dahi habibidir. Bulunduğu evin sağından dört, solundan dört, önünden dört, ardından dört cem’an on altı evi ve içinde olan ehillerini afetlerden ve musibetlerden korur.
Bu hadis-i şerifi, Enes’ten R.A. naklen Ebüşşeyh çıkarıp rivayet etmiştir.
Bir başka hadis-i şerifi de Beyhaki rivayet eder. Bunun ravisi İbn-i Ömer R.A. olup Resulüllah S.A. efendimizin şöyle buyurduğunu anlatır:
Horoz, namaz vakitlerini Allah’ın kullarına bildirir. Her kim evinde beyaz horoz tutup beslerse; o kimseyi üç şeyden korur.
Şeytanın şerrinden Büyücünün şerrinden Kâhinlerin şerrinden Ancak, beyaz horoz besleyenler, onu kesmekten kaçınmalıdırlar.
Feth-ül Kadir’de bu işi deneyenlerden şöyle anlatıldı:
Beyaz horoz kesenin hali kederden yana boş olmaz.
İmam-ı Salebi, İmam-ı Dümeyri’nin Hayat’ül Hayvan adlı kitabından naklen şöyle anlattı:
Güzin-i Enbiya Tac-ı Asfiya İmam-ı Etkıya Habib-i Huda Resulüllah S.A. efendimiz inci saçan şu manayı ayan beyan anlattı:
Allah-ü Taala üç sesi sever; bunlardan razıdır:
Kur’an-ı Kerim’i okuyanın sesini sever ve razı olur. Horoz sesini sever ve razı olur. Seher vaktinde istiğfar edenin sesini sever.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
O horoz şeklindeki melek, gece olunca, dünya semasına iner. O meleğin tesbihi şudur:
Pek Mukaddes Sultan, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Her şeyden Yüce ve Büyük Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Ondan başka ilah yoktur. Hayatı ve kıyamı sonsuzdur.
Cebrail’e sordum:
Bu nedir?.
Diye.. bana şöyle anlattı:
Bunun için:
Arşın Horozu…
Derler. Gece karanlığı olduğu zaman, dünya semasına iner. Gecenin üç bölüğünden biri geçtikten sonra kanatlarını çırpar ve şöyle der:
Hani ibadet edenler?. Namaza kalkacaklar kalksınlar.
Onun bu sesini, insan ve cinden başka bütün yaratılmışlar duyarlar. Yer horozları onun sesini işitince, kanatlarını çırpar; şöyle seslenirler:
Ey gafiller, Allah’ı zikre başlayınız.
Gece yarısı olunca, o melek yine kanatlarını çırpar şöyle seslenir:
Teheccüde kalkacaklar kalksın; teheccüd kılsınlar.
Bu nidayı yaptığı zaman, tekrar yer horozları ötüp insanlara o meleğin haberini bildirirler.
Gecenin iki bölüğü geçip bir bölüğü kaldığı zaman, o melek tekrar seslenip şöyle der:
Hani, günahından mağfiret isteyenler ve alemlerin Rabb’ında ihtiyaçları ve muradları olanlar?. Kalksınlar; istiğfar etsinler ve muradlarını arz etsinler…
Onun bu nidası üzerine yer horozları ötüp insanları ondan haberdar ederler.
Tanyeri ağardıktan sonra tekrar o melek kanatlarını çırpar ve şöyle der:
Şimdiden sonra gafiller kalksın. Hem de üzerlerinde kat kat günahları durduğu halde…
Bunu söyledikten sonra, mekanına yükselir. Bunu duyan yer horozları da öter, onun söylediğinden haberdar ederler.
Cebrail devam etti:
Ya Resulellah, bu durum hep böyledir; ta, kıyamete kadar…
Bir haberde şöyle anlatıldı:
Kıyametin zuhur vakti geldiği zaman, o melek gecenin üçte birinde nida etmek ister. Ama Yüce Hak’tan şu izzet hitabı gelir:
Ey melek, kullarımı uyandırma.
Böylece ötmekten nehyedilir. Bu durumda o melek ve tüm sema melekleri kıyamet kopmasının vakti geldiğini anlarlar. Hep birden ağlaşmaya başlarlar. O gecenin uzunluğu üç gün, üç gece kadardır. O gece horozlar ötmez ve köpekler havlamazlar. İnsanlar, tam bir gaflet içinde üç gün, üç gece yatar kalırlar. Ancak, daima teheccüd namazına kalkanlar kalkar; teheccüd namazlarını kılarlar.
Sabah olmadı; acaba erken mi kalktık?.
Deyip biraz yatarlar. Tekrar kalktıklarında, sabah olmadığını görürler. O zaman, gecenin uzunluğundan anlarlar ki: Kıyamet geldi.
Bunlar, teheccüd kılmayanları kaldırmak için, çok çalışıp çabalarlar; ama onları uyandırmak hiç bir yoldan mümkün olmaz. Hiç kaldıramazlar. Bunun üzerine kendileri camilere gider; orada toplanırlar. Günahlarına tevbe eder; bağışlanmalarını dilerler. Hep göz yaşı dökerler.. Ta, o üç gün, üç gece geçinceye kadar. Hep tazarruda, niyazda ve ağlamakta olurlar.
Bu süre dolup sabah olduğu zaman, güneş mağripten doğar; tevbe kapıları da kapanır…
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra, bir deryaya vardım. Sütten beyaz; insan menisi gibi yoğundu. İçinde bulunan acaip görülmemiş şeyleri anlatmak mümkün değildir. Onların haddi hesabı yoktu. Cebrail’e sordum:
Bu ne deryasıdır?.
Diye.. bana şöyle anlattı:
Bu deryaya:
Hayat Denizi…
Derler. Kıyamet kopup yaratılmışların cümlesi helak olduktan sonra, Yüce Hak mahlukunu kabirden kaldırıp onlara mükafat veya ceza murad ettiği zaman, ferman buyurur; bu deryadan yeryüzüne yağmur yağar. Buradan, yeryüzüne kırk arşın kadar su iner. Çürüyüp toprak olan tenler, kemikler, sinirler ve kıllar meydana gelir. Bu su, o toprağa dokunduğu zaman neden toprak olduysa.. derhal eski haline döner. Dağılanlar, böylece bir yere toplanacaklardır. Bütün bu olacaklar, bu derya vasıtası ile olacaktır.
Bundan sonra, Cebrail ezan ve kamet okudu. Bulunduğum semâ ehline imam olup iki rikât namaz kıldım.
Bundan sonra, İkinci Kat Semâ’ya çıktım. Onu sübhan olan Yüce Hak, kırmızı mercandan yaratmış. Bu semanın adına:
Kaydum.
Derler. Bu semâ kapıcısının adına:
Mihail.
Derler. Bu semâyı gayet nurlu ve şa’şaalı gördüm. O kadar ki: Bakınca gözler kamaşır. Bu semânın kapısı inciden, kilidi nurdandır. Cebrail bu semânın kapısını vurdu; açılmasını istedi. Oranın kapıcısı olan Mihail sordu:
Kapının açılmasını isteyen kimdir?.
Cebrail:
Cebrail’im.
Deyince, tekrar sordu:
Yanındaki kimdir?.
Muhammed’dir.
Diye Cebrail cevap verdi; oranın kapıcısı tekrar sordu:
Ona peygamberlik verildi mi?.
Evet verildi.
Cevabını aldıktan sonra tekrar sordu:
Onun buraya gelmesi için, bir davet ve talep vaki oldu mu?.
Evet.. davet ve talep vaki oldu.
Bundan sonra o semânın kapıcı meleği şöyle dedi:
Hoş geldin; ne güzel gelici geldi.
Ve.. kapıyı açtı. İçeri girdim; oranın hazini (kapıcısı – bekçisi – bakıcısı) Mihail’i gördüm. Hizmetinde iki yüz bin melek vardı. O meleklerin de, her birinin ikişer yüz bin melek hadimi vardı. Selâm verdim; tazimle selâmımı aldı. Yüce Hak’tan türlü ikramların müjdesini bana verdi. Bunların okuduğu tesbih duâsı şuydu:
Yüce Allah sübhandır; onu tesbih edenler tesbih ettikçe.. Allah’a hamd olsun; ona hamd edenler hamd ettikçe.. Allah’tan başka ilah yoktur; bu tehlili okuyanlar okudukça… Yüce Allah büyüklerin en büyüğüdür; bu tekbiri okuyan okudukça.. (Sübhanellahi küllema sebbehallahe müsebbihün, vel-hamdü lillahi küllema hamidellahe hamidün, ve la ilahe illallahü küllema hellelellahe mühellilüm, vallahü ekberü küllema kebberallahe mükebbirün.)
Bunları geçtikten sonra, bir takım meleklere eriştim. Saflar tutup tam huşu, huzu ile rükûa varmışlardı. Öylece rükûda duruyorlardı. Bunların tesbihleri şuydu:
Geniş tasarruf sahibi Yüce Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Ki O: Gözleri görür. Gözlerin idrak edemeyeceği Yüce Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Alabildiğine büyük, olabildiği kadar bilen Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-varis’ül-vasiüllezi yüdrik’ül-ebsap. Sübhanellezi latüdriküh’ül ebsar. Sübhan’elazim’ül-alim.)
Cebrail’e sordum:
Bunlar ne zamandan beri rükû ederler?.
Şöyle anlattı:
Yaratıldıktan bu yana, bunlar hep rükûdadır. Taa, kıyamete kadar başlarını kaldırmadan, böylece rükû halinde tesbih okurlar. Yüce Hak’tan niyaz eyle; bu ibadeti de senin ümmetine nasip eylesin.
Bunları geçtikten sonra, iki genç gördüm.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Cebrail bana şöyle anlattı:
Bunlar Yahya ve İsa peygamberdir. Bunlar, birbirlerinin teyze çocuklarıdır.
Onlara selâm verdim. Onlar da selâmımı tazimle aldılar ve:
Merhaba, hoşgeldim ey salih peygamber, salih kardeş.
Diyerek musafaha eylediler. Sonra beni, Yüce ve Mukaddes olan Allah-ü Taâlâ’dan ihsan edilen çok çeşitli ikramlarla müjdelediler. İsa A.S. şu tesbihi okuyordu:
Rahmeti ve ihsanı bol olan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Hiç bir şekilde sonu olmayan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Yarattıklarını maddesiz ve örneksiz yaratan, sonra onları öldürüp eski hallerine döndüren Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-hannan’il-mennan. Sübhan’el-ebediyy’ül-ebed. Sübhan’el-mübdi’ül-muid.)
Bunları geçtikten sonra, gayet ulu bir melek gördüm. O meleğin yetmiş bin başı vardır. Her başında da yetmiş bin yüzü vardı. Her yüzünde de yetmiş bin ağzı vardı. Her ağzında da yetmiş bin dili vardı. Her dili de, bir başka lügatte konuşuyordu; biri diğerine benzemiyordu. Yüce Hakkı tesbih ediyordu. Onun tesbihi şuydu:
Yüce Yaratıcı Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Ulular Ulusu Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Yüce Allah’ı hamdle tesbih olsun. Allah-ü Taâlâ’dan bağış talebinde bulunurum. (Sübhan’el-halik’il-azim. Sübhan’el-azim’il-alim. Sübhanellahi ve bihamdihi. Sübhanellah’il-azimi ve bihamdihi estağfirullah.)
Bu kimdir?.
Dedim, Cebrail bana şöyle anlattı:
Bu melek, rızık işlerine tevkil edilmiştir. Adı: Kasım’dır. Herkesin rızkını, günü gününe sahibine ulaştırır. Takdir ve tayin olunandan eksik veya fazla olmaz.
Bir rivayette şöyle anlatıldı:
Bir kimsenin geçimi daraldığı zaman; sabah namazının sünneti ile farzı arasında bu meleğin tesbihinin son cümlesi olan:
Yüce Allah’ı hamdle tesbih ederim. Azim Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir; ona hamd olsun. Allah-ü Taala’dan bağış talebinde bulunurum. (Sübhanellahi ve bihamdihi, sühanellah’il-azimi ve bihamdihi estağfirullah.)
Tesbihini yüz kere okursa, Yüce Hak, okuyanın geçimini kolay, rızkını bol eyler.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
O meleği geçtikten sonra, büyük, acaip ulu bir melek gördüm. Nurdan bir kürsü üzerine oturmuştu. Gamlı ve sükut duruyordu. Oturduğu kürsünün dört köşesi vardı. Her köşesinde yedi yüz bin altından ve gümüşten payeleri vardı. Çevresinde o denli melekler vardı ki, sayılarını, celal ve ikram sahibi Yüce Allah’tan başkası bilmez. Sağında yetmiş bin saf saf, gayet nurani melekler vardı. Cümlesi yeşiller giymişlerdi. Güzel kokuyorlardı. Konuşmaları gayet tatlı idi. Güzelliklerinden yüzlerine bakılmıyordu. Solunda yetmiş bin melek saf saf duruyordu. Şekilleri de gayet zulmani idi. Suretleri simsiyahtı. Yaramaz sözlü idiler. Elbiseleri ve kokuları çirkindi. Tesbih ettikleri zaman, ağızlarından ateş saçılıyordu. Önlerinde ateşten süngüler ve sopalar vardı. Öyle gözleri vardı ki, bakmaya takat kalmaz.
Taht üzerinde oturan meleğin başından ayağına değin gözleri vardı ki, zühre ve merih yıldızları gibi parlıyordu. Kanatları da vardı. Elinde bir sahife, önünde de bir levh vardı; daima o levle bakıyordu; bir an bile gözünü ondan ayırmıyordu. Önünde bir ağaç vardı; yapraklarının sayısını ancak Allah-ü Taâlâ bilir. Her yaprakta bir kimsenin adı yazılmıştı. Yine önünde leğene benzer bir şey vardı. Bazan sağ eli ile ondan bir şey alıyor; sağ yanında duran nurlu ve tatlı meleklere teslim ediyordu. Bazan da sol eli ile ondan bir şey alarak sol yanında duran kapkara meleklere veriyordu. Bu meleğe baktığım zaman kalbime bir korku düştü. Vücudum titrer oldu. Bana bir zaaf ve çöküklük geldi.
Bu kimdir?.
Diye sordum; Cebrail bana şöyle anlattı:
Bu ölüm meleğidir. İsmi Azrail’dir. Bunu görmeğe hiç kimse cesaret edemez. Lezzetleri kesen, toplulukları dağıtandır.
Sonra gidip şöyle dedi:
Ey Azrail, bu gelen ahir zaman peygamberidir. Rahman Allah’ın habibidir. Onunla konuş.
Onun bu sözü üzerine, Azrail başını kaldırdı; tebessüm eyledi. Cebrail ona yaklaştı; selâm verdi. Ben de onun yanına gittim; selâm verdim. Selâmımı aldı; bana çokça tazim eyledi. Sonra şöyle dedi:
Sana merhaba, Yüce Hak, senden daha keremli bir kimse yaratmadı. Ümmetini dahi, Yüce Hak, ümmetlerin en keremlisi yarattı. Ben, senin ümmetlerine, babalarından ve analarından daha merhametli ve daha şefkatliyim.
Onun bu sözlerine karşılık şöyle dedim:
Gönlümü hoş eyledin; kalbimi gamdan kurtardın. Ama kalbimde bir şey kaldı. Seni gamlı ve mahzun gördüm; sebebi nedir?.
Şöyle anlattı:
Ya Resulellah, Yüce Hak, beni bu hizmete tayin buyurduğu zamandan beri korkarım. Sebebi: Uhdesinden gelemem; cevap vermeğe gücüm yetmez. Bunun için korkulu ve gamlıyım.
Sordum:
Bu leğene benzeyen şey nedir?.
Şöyle anlattı:
Bu, dünyanın tamamıdır. Meşrıktan mağribe, kaftan kafa varıncaya kadar hepsi yanımda bu leğen kadardır. Nasıl istersem, öyle tasarruf ederim.
Tekrar sordum:
Bu baktığınız levf nedir?.
Şöyle dedi:
Levh-ü mahfuzdur. Bir sene içinde eceli gelenlerin defterleridir. Melekler onu yazıp bana verirler. İşte o defterdir.
Ya bu sahife nedir?.
Diye sorunca da şöyle anlattı:
Ruhları alınacakların, vakit saatlerini bildiren defterdir.
Ya bu ağaç nedir?.
Dedim; şöyle anlattı:
Dünyada hayatta olanların ömürlerinin ağacıdır. Bir adam doğduğu zaman, bunda bir yaprak çıkar. Her yaprağının üzerinde sahibinin ismi yazılmıştır. Eceli yaklaştığı zaman, o yaprak sararır; bu levhde bulunan ismin üzerine düşer. O yaprağı meleklere veririm; götürür onun yemeğine katar yedirirler. Yiyince Allah’ın izni ile hastalık arız olur; hastalanır. Vadesi tamam olunca, defterde olan ismi silinir. Ben de elimi uzatıp ruhunu kabz ederim; ister mağripte, isterse meşrıkta olsun. Eğer saadet ehli ise.. sağımda duran meleklere veririm. Bunlar, rahmet melekleridir. O ruhu bunlara teslim ederim. Şayet o ruhunu kabz ettiğim şekavet ehli ise.. solumda bulunan meleklere teslim ederim. Bunlar azap melekleridir.
Şekavetten Allah’a sığınırız.
Bunlar ne kadar melektir?.
Diye sordum; şöyle anlattı:
Bunların sayısını bilmem. Ama ne vakit, bir kimsenin ruhunu kabzetsem; altı yüz tane rahmet, altı yüz tane de azap meleği hazır olur. O ruh, hangi taifeye verilir?. Ona bakarlar. Bir kere gelenlere bir daha sıra gelmez. Taa, kıyamete kadar böyle olacaktır.
Bundan sonra, tekrar sordum:
Ey ölüm meleği, herkesin ruhunu sen mi alırsın?.
Şöyle anlattı:
Yaratıldıktan bu yana; yerimden kımıldamadım. Bana yetmiş bin melek hizmet eder. Her birinin eli altında da yetmiş bin melek var. Bir kimsenin ruhunu almak istediğim zaman, onlara emrederim. Onlar gidip onun ruhunu boğazına getirirler. Bundan sonra, elimi uzatıp onun ruhunu alırım.
Tekrar sordum:
İstediğim odur ki, ümmetim zaiftir. Onların mülayim bir şekilde, şefkatle tutasın.
Şöyle dedi:
Yüce Allah’ın izzeti ve celali hakkına; ki o, sizi hatem’ül-enbiya kıldı; bana bizzat o Yüce Yaratıcı gece ve gündüz yetmiş kere hitap edip şöyle buyurur:
Muhammed ümmetinin ruhlarını kolaylıkla, sühuletle al; onların işlerini lütufla gör.
Şüphesiz ben, ümmetinize, analarından ve babalarından daha şefkatle tutkunum.
Bundan sonra, Cebrail ezan ve kamet okudu; imam olup iki rikât namaz kıldım. Yani; ikinci semâ ehli ile:
Bundan sonra Üçüncü Kat Semâ’ya yükseldim. Yüce Hak, bu semâyı bakırdan yaratmıştı. İsmine:
Zeytun.
Derler. Buranın kapıcısına da:
Arinail.
Derler. Bunun kapısı ak incidendi. Üzerinde nurdan kilidi vardı. Cebrail o kapıyı çaldığı zaman, oranın hazini Arinail şöyle sordu:
Kapının açılmasını isteyen kimdir?.
Cebrail’im.
Deyince, tekrar sordu:
Ya yanındaki kimdir?.
Muhammed’dir.
Cevabını alınca, tekrar sordu:
Ona peygamberlik verildi mi?.
Evet, verildi.
Cevabını aldı; tekrar sordu:
Onun için bir davet ve talep vaki oldu mu?.
Evet, davet ve talep vaki oldu.
Cevabını alan Arinail:
Merhaba, hoşgeldin; ne güzel gelici geldi.
Deyip kapıyı açtı. İçeri girince, gördüm ki: Arinail gayet azametli ulu bir melektir. Onun hizmetinde de üç yüz bin melek vardı. Bu meleklerin tesbihi de şöyleydi:
Bol hibeler eden ihsan sahibi zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Gönüller açan bilgin zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisine duâ edenlerin duâsına icabet eden yüce zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el’mutiil-vehhab, sübhan’el-fettah’il-alim, sübhan’el-mücibi limen deahü.)
Bu meleğe selâm verdim. Tam tazimle selâmımı aldı. Bana çeşitli üstün nimetlerin müjdesini verdi. Bunu geçtikten sonra, çokça melekler gördüm. Saf olmuşlardı. Cümlesi secde etmişlerdi. Secdelerinde şu tesbihi okuyorlardı:
Bilgin yaratıcı zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisinden başka kaçıp sığınılacak makam olmayan zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Yüceler yücesi Allah tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-halik’ıl-azim, sübhanellezi lameferre vela melcee minhü illa ileyhi, sübhan’el-aliyy’ül-ala.)
Devamlı olarak, bu tesbihi okuyup duruyorlardı. Cebrail şöyle dedi:
Bunların ibadetleri daima budur. Niyaz eyle, bu ibadet ümmetine ihsan olunsun.
Ben de duâ ettim; ümmetime namazda secde emrolundu.
Secdenin iki olmasının sebebi şudur. Onlara selâm verdiğim zaman, başlarını secdeden kaldırıp selâmımı aldılar, tekrar secdeye vardılar. Bunun için ummetime iki secde farz oldu.
Bunları geçtikten sonra, Yusüf’ü A.S. gördüm; gayet güzeldi. Güzelliğin yarısı ona ihsan olunmuştu. Selâm verdim. Selâmımı tazimle aldı, beni merhabaladı. Benimle müsafaha etti. Türlü kerametlerin müjdesini bana verdi. Ve bana: Hayır duâda bulundu. Yusüf’ün tesbihi şuydu:
Kerem sahiplerinin en keremlisi Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Ulular ulusu Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Benzeri olmayan tek Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Hiç bir şekilde sonu olmayan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-kerim’il-ekremi, sübhan’el-celil’il-ecelli, sübhan’el-ferd’il-vitri, sübhan’el-ebediyy’il-ebedi.)
Bunu geçtikten sonra, Davud’u A.S. ve oğlu Süleyman’ı A.S. gördüm. Selâm verdim; selâmımı tazimle aldılar. Bana müjdeler verip şöyle dediler:
Bu gece, ümmetine şefaat ve Rabbından selâmette olmalarını niyaz eyle.
Bana böyle bir tavsiyede bulundular. Davud’un tesbihi şuydu:
Nurun yaratıcısı noksan sıfatlardan münezzehtir. Tevbeleri kabul buyurup hibeler ihsan eden Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane halik’ın nuri, sübhan’et-tevvab’il-vehhab.)
Süleyman’ın okuduğu tesbih de şöyle idi:
Malın mülkün sahibi Yüce Zat noksan sıfatlardan müneezzehtir. Kahir cebbar olan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Tüm işler, zatında biten Yüce Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane malik’il-mülki sübhan’el-kahir’il-cebbari, sübhane men ilyhi tasir’ül-ümur.)
Bunu geçtikten sonra, bir meleğe ulaştım. Bir kürsüde oturmuştu. Bu meleğin yetmiş başı, yetmiş kanadı vardı; her kanadı mağribi, meşrıkı kuşatırdı. Çevresinde koca koca melekler gördüm. Bunlardan herbirinin boyu son derece uzundu. Bu melekler, bir taifeye azab ediyorlardı. Sopalarla dövüp parçalıyorlardı. Sonra, o parçalar bütün oluyordu; melekler de azaba yeniden başlıyordu. O büyük meleğin kim olduğunu sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bu meleğin adına:
Sohail.
Derler. Onların azap ettikleri de, senin ümmetinden zalim cebbar ve mütekebbir kimselerdir. Kıyamete kadar onlara azab ederler.
Bunların tesbihleri şuydu:
Cebbarların çok çok üstünde olan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Sataşanların üstünde büyük saltanatı bulunan Yüce Zat tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisine isyan edenlerden intikam almaya güçlü Yüce Zat bütün noksan sıdatlardan münezzehtir. (Sübhane men hüve fevk’al-cebbarin, sübhan’el-müsallitı fevk’al-müsallitin, sübhan’el-müntakimi mimmen asahü.)
Bundan sonra, ateşten bir deniz gördüm. Çevresini sert, şiddetli melekler sarmıştı.
Bu nedir?.
Diye sorunca, Cebrail şöyle anlattı:
Bunun adı: Saak Denizi’dir. Gökten yere yakıcı gürültüler ve yıldırımlar bu meleklerle iner.
Bu mana Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatıldı:
Allah-ü Taâlâ yıldırımlar gönderir; bunları istediğine isabet ettirir. (13/13)
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra bir kapı gördüm; kâfurdandı. Bunun alt eşiği, yerin en derin noktası olan serada, yukarı eşiği ise arşın altında idi. Bu kapının iki kanadı vardı. Yer ve gök kadar bir kilit asmışlardı. Hayret ettim:
Bu ne kapıdır?.
Dedim; Cebrail bana şöyle anlattı:
Bu kapının adı, Bab’ül-Eman’dır.
Tekrar sordum:
Neden buna:
Bab’ül-Eman.
Denildi.
Bu soruma da şu cevabı verdi:
Yüce Hak, cehennemi yarattı; içine de çeşitli azaplar koydu. Cehennemden bir nefes zuhur eyledi. Bunun üzerine, cümle yer ve gök ehli Yüce Hakka sığınıp eman diledi. Bundan sonra, izzet sahibi Yüce Hak, bu kapıyı cehennemle cümle kainat arasında yarattı. Ta ki: Yedi kat yerlerin ve yedi kat göklerin ehli emanda bulunalar. Bu mana icabıdır ki, bu kapının adına:
Bab’ül-Eman.
Denildi.
Arkasında neler bulunduğunu görmek için, o kapının açılmasını istedim. Cebrail şöyle dedi:
Bunun ardında cehennem vardır; neylersiniz?.
Muhakkak görmek isterim.
Deyince, şu ilâhî ferman sadir oldu:
Ey habibim, parmağınla işaret et; kapı açılır.
Bunun üzerine işaret ettim; kapı açıldı. Nazar eyledim; gördüm ki; Demirden büyük bir minber var. O minberin altı yüz bin ayağı vardı. Onun üzerinde çok heybetli ateşten yaratılmış bir melek oturuyordu. Ateşten ipler büküyor; ateşten zincirler ve bukağılar yapıyordu. Gayet şiddetli ve korkunç yüzlü idi. Pençesi kuvvetli ve öfkesi belli idi. Başını önüne eğmiş şu tesbihi okuyordu:
Güçlü sultan olduğu halde, zulmetmeyen o Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Düşmanlarından intikam alan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Dilediğine bol ihsanda bulunan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisine bir benzer olmayan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhanellezi la yecurü ve hüvel-melik’ül-cebbar, sübhan’el-müntakimü min adaihi, sübhan’el-mu’ti limen yeşaü, sübhane men leyse kemislihi şey’ün.)
Ağzından dağlar gibi ateşler çıkıyordu. Burnundan alevler fışkırıyordu. Bu melek, çok hışımlı ve çok öfkeli idi. İki gözü ateş saçıyordu. Onun her bir gözü, dünyanın tamamı kadardı. O meleği bu heybette görünce, bana korku geldi. Allah-ü Taala’nın lutfu, keremi, inayeti olmasaydı helak olurdum. Cebrail’e sual edip:
Bu kimdir?. Onu görünce, vücuduma titreme düştü.
Dedim, Cebrail bana şöyle anlattı:
Siz korkmayın; çünkü sizin için korku yoktur. Bu cehennemin hazini (kapıcı, bekçi, bakıcı) Mâlik’tir. Allah-ü Taâlâ onu gazabından yaratmıştır. Yaratıldığından bu yana hiç gülmemiştir. Her an, gazabı artmaktadır. Onun yanına varın, selâm verin.
Bunun üzerine, gidip selâm verdim. O kadar meşguldü ki, başını bile kaldırmadı. Cebrail öne geçip şöyle dedi:
Ey Mâlik, sana selâm veren Allah’ın Resulü Muhammed’dir.
Cebrail, beni ona böyle tanıttı. Namımı işitince, kıyam edip bana tazim için, türlü saygı dilleri döktü ve ikramlar eyledi. Sonra şöyle dedi:
Ya Muhammed, sana müjdeler olsun; Yüce Hak sana çokca kerametler ihsan eyledi. Senden hoşnuddur. Senin vücuduna cehennem ateşini haram kıldı. Senin hürmet ve bereketinle sana tabi olanlara dahi cehennem ateşini haram kıldı. Yüce Hak bana emreyledi: Senin ümmetin asilerine merhamet eyleyeyim. Sana iman getirmeyenlerden intikam alayım.
Bundan sonra Cebrail’e dedim ki:
Buna söyle, bana cehennemi göstersin.
Cebrail, ona benim talebimi bildirdiği zaman; cehennemden iğne deliği kadar bir yer açtı. Oradan iplik inceliğinde siyah bir duman çıktı. O duman bir saat çıksaydı; bütün yeri ve semaları o dumanın karanlığı sarardı. Güneşin, ayın ve diğer aydınlık veren şeylerin ziyası ve nuru görünmezdi; mahvolurdu. Ancak Malik, o deliği o anda eli ile sığadı; o duman yok oldu. Bana da şöyle dedi:
Buradan içeri bakın.
Bakınca gördüm ki, cehennem: Birbirinin altında yedi tabakadır.
En yukarısı cehennemdir ki; oraya müminlerin asileri girer. Bunun azabı, diğerlerinden hafiftir.
İkincisi lezadır. Buraya Nasara girecektir.
Üçüncüsü hutamedir. Buraya da Yahudîler girerler.
Dördüncüsü sairdir. Buraya da Sabiîler girerler.
Beşincisi sakardır. Buraya da Mecusîler girerler.
Altıncısı cahimdir. Buraya da müşrikler girer.
Yedincisi haviyedir. Buraya da münafıklar gireceklerdir. Bir de Allah’lık davası güdenler girerler. Meselâ: Firavun, Nemrud gibileri…
Ben, aşağı tabakada olanların azaplarının şiddetinden bakmağa takat getiremedim. Ancak üst tabakada olanlara baktım; buraya ümmetimin asileri girerler. Buraya bakınca, gördüm ki: Orada ateşten yetmiş derya var. Her deryanın kenarından ateşten birer şehir var. Her şehirde ateşten yetmiş bin ev var. Her evin içinde, ateşten yetmiş bin sandık var. O sandıkların içinde de, erkekler ve kadınlar var. Oraya hapsolmuşlar; yanlarında yılanlar ve akrepler var. Şöyle sordum:
Ey Mâlik, bu sandıkların içinde hapsolanlar kimlerdir?.
Şöyle anlattı:
Bunların bazısı insanlara zulüm edip haksız yere malını alanlardır. Bazısı da, büyüklük satıp zalim cebbarlık edenlerdir. Halbuki, büyüklük, celâl ve ikram sahibi Yüce Allah’a mahsustur.
Sonra, bir kavim gördüm; dudakları deve ve köpek dudakları gibi idi. Karınları da şişmişti. Zebaniler, ateşten tokmaklarla bunların karınlarına vurup duruyordu. Karınlarında bağırsakları kopuyor; dünbürlerinden dökülüyordu. Tekrar içlerinde bağırsak yaratılıyordu; zebaniler yine vurup döküyordu. Onlara böylece azab ediyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Dedim; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar ümmetinizden yetim malını haksız yere yiyenlerdir.
Bir kavim daha gördüm; karınları dağlar gibi şişmişti. İçine yılanlar ve akrepler dolmuştu. Orada haraket edip ıstırap veriyorlardı. Bunlar ayağa kalkmak istedikleri zaman, karınlarının büyüklüğünden ve yılanların, akreplerin hareketlerinden kalkmaya güçleri yetmiyordu. Yıkılıyorlardı. Sordum:
Bunlar kimlerdir?.
Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetinizden faiz yiyenlerdir.
Bundan sonra, bir alay hatunlar gördüm; bunları saçlarından asmışlardı. Bunlar için:
Kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, şu kadınlardır ki; yüzlerini ve saçlarını örtmeyip erkeklere gösterirler. Kocalarından başkasına zinnetlerini açarlar. Kocalarına eza ve cefa ederler.
Bundan sonra, birtakım erkek ve kadın gördüm; bunları dillerinden ateş çengellere asmışlardır. Tırnakları bakırdandı. Kendi yüzlerini yırtıp parça parça ediyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Dedim; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar yalan yere şehadet edenlerdir. Koğuculuk yapıp söz gezdirenlerdir.
Bundan sonra, bir alay kadınlar gördüm; bunların kimisini memesinden asmışlardı; kimisini de ayaklarından baş aşağı asmışlardı. Bunlar feryad ve sayha atıp duruyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Dedim; şöyle anlattı:
Bunlar zina edenlerdir; ayrıca, çocuklarını düşürüp katil işi işleyenlerdir.
Bundan sonra bir alay adamlar gördüm; bunlar kendi yanlarının etlerini koparıp ağızlarına koyuyorlardı. Yemeyip ağızlarında gizliyorlardı. Ama zabaniler onları:
Yiyin.
Diye zorlayıp istemeyerek yediriyorlardı. Tekrar koparıp ağızlarına alıyorlardı. Zebaniler tekrar yemeleri için onları zorluyordu. Bu şekilde onlara azap ediyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; şöyle anlattı:
Bunlar; ümmetinizden şu kimselerdi ki, insanları yüzlerine karşı ayıplar; zemmederlerdi. Ayrıca arkalarından kötüleyip gıybetlerini ederler. Elleri, dudakları, kaşları ve gözleri ile işaret ederek insanları alaya alırlar.
Bundan sonra bir kavim gördüm ki; bunların cesetleri hınzıra, yüzleri de köpek yüzüne benziyordu. Dübürlerinden ateşler çıkıyordu. Yılanlar, akrepler onları sokuyor; etlerini yiyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Dedim; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, ümmetinizden namaz kılmayan, gusül etmeyen cenabet gezenlerdir.
Bundan sonra, bir kavim daha gördüm. Bunlar tam susadıklarından ötürü susuzluktan yanıp feryadla su istiyorlardı. Onların bu isteklerine karşılık ateşten kadehlerle kaynar sular verilip:
İç.
Diyerek zorlanıyorlardı. Onlar bu kadehi ağızlarına yakın götürdükleri zaman, o suyun şiddetli kaynamasından yüzlerinin etleri pişip kadehin içine dökülüyordu. İçince de, bağırsakları parça parça olup dübürlerinden dışarı dökülüyordu.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Ümmetinizden şarap ve sarhoşluk verici şeyleri içenlerdir.
Bundan sonra, bir alay kadın gördüm; başaşağı ayaklarından asmışlar. Dilleri uzayıp ağızlarından sarkmıştı. Zebaniler, onların dillerini ateşten makaslarla durmadan kesiyordu. Zebaniler onların dillerini kestikçe tekrar uzuyordu. Ve.. bunlar, eşekler gibi bağırışıyorlardı; köpekler gibi de uluyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, ölüsü öldüğü zaman, feryad-ü figan eden kadınlardır.
Bundan sonra, bir takım erkekleri ve kadınları gördüm. Bunları bakırdan fırınlar içine oturtmuşlardı. Altlarından ateşler ve alevler çıkıp başları ile beraber bütün vücutlarını bürüyordu. Gayet kötü kokular geliyordu.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, zina eden erkek ve kadınlardır.
Peki, bu kötü koku nedir?.
Dedim; bunu da şöyle anlattı:
Onların ferçlerinden çıkan şeyin kokularıdır.
Bundan sonra, bir kısım kadınları gördüm ki, asılmışlar. Bunların elleri boyunlarına sıkıca bağlanmıştı.
Bunlar kimlerdir?.
Dedim; Mâlik şöyle anlattı:
Kocalarına hiyanet edip mallarını telef edenlerdir.
Bundan sonra, bir takım erkekleri ve kadınları gördüm. Bunlara ateşte azab ediliyordu. Bunların üzerine zebaniler musallat olmuştu. Bunlar feryad ettikçe, zebaniler ateşten sopalarla vuruyorlardı. Karınlarına ateşten süngüleri saplıyorlardı. Vücutlarını da ateşten kamçılarla dövüyorlardı. Bunların azaplarını pek çetin gördüm.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, analarına ve babalarına isyan ederek karşı gelenlerdir.
Yine bir kavim gördüm; bunların boyunlarına ateşten dağlar gibi büyük halkalar geçirmişlerdi.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, üzerlerinde bulunan emanetleri sahiplerine vermeyenlerdir.
Bundan sonra, bir kavim gördüm; zebaniler bunları ateşten bıçaklarla boğazlıyordu. Ama bunlar aynı saatte diriliyordu. Bunlar dirilince, zebaniler tekrar onları boğazlıyordu.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, haksız yere adam öldürenlerdir.
Bir kavim daha gördüm; gayet çirkin ve kötü kokulu cife yiyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar gıybet edip insanların etini yiyenlerdir.
Bunlardan başka, cehennemde iki sınıf kimse gördüm; bunların bir sınıfı erkeklerden, bir sınıfı da kadınlardandı. Bunların azabı gayet şiddetli idi.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bu erkekler, beğlerin önünde sopa ve kamçılarla gidip zavallı fakirlere vurup zulüm edenlerdir. O kadınlar ise.. sureta libas giyip hakikatta cümle azası belli, açık hükmünde ve erkeklere aşikar olanlardır. Ayrıca dışarı çıktıkları zaman, erkekleri kendilerine çekenlerdir. Bu sebepten, başları deve hörgücü gibi büyük olup selametle doğruca cennette giremezler.
Bundan sonra, cehennemde bir alay erkek ve dişi kimseler gördüm. Bunların azabı birbirlerine benzemiyordu. Her birine bir başka türlü azap olunuyordu. Bu tabakada azap olunanlar arasında bunlardan şiddetli azap olunan yoktu. Şöyle bir azapla azap ediliyorlardı: Bunları ateşten sopalar üzerine asmışlardı. Etleri pişip dökülüyor; sadece kemik kalıyorlardı. Hak Taâlâ onların etlerini bitiriyor; yine önceki gibi etleri pişip dökülüyordu. Bazıları da, ateşten zincirlerle, bukağılarla bağlanmışlardı; böylece azap olunuyorlardı.
Bunlar kimlerdir?.
Diye sordum; Mâlik şöyle anlattı:
Bunlar, vücut sağlıkları yerinde iken, namazı terk edenlerdir.
Ve.. şöyle dedim:
Ey Mâlik, kapıyı kapa; bakacak takatım kalmadı.
Mâlik şöyle dedi:
Ya Resulellah, mübarek gözünüzle müşahede ettiğiniz azapları, gördüğünüz gibi ümmetinize bildirin. Ümmetinizi çok çekindirin. Masiyetlerden, Allah’ın emrine aykırı hareketten onları alıp men edin. Allah’a tam itaata teşvik edip ibadet yoluna getirin. Allah’ın azabı şiddetlidir. Cehennemi yedi tabakadır. Bu gördüğünüz ilk tabakasıdır. Aşağıları daha şiddetlidir.
Bunu dinledikten sonra, Resulüllah S.A. efendimiz ümmetine şefkatından dolayı ağlamaya, şefaat ve niyaza başlar.
Ümmetinin zaafı ve o gibi azaba takat getiremeyeceklerini anlatıp o kadar ağladı ki; Cebrail, Mukarreb melekler ve orada bulunan diğer melekler dahi ağlamaya başladılar. Resulüllah S.A. efendimizin tazarru ve niyazına:
Amin!.
Dediler… Bunun üzerine, izzet sahibi Yüce Hak’tan şu hitab geldi:
Habibim, senin değerin benim katımda büyüktür; duân makbuldür. Şefaatın makbuldür. Gönlünü hoş tut; seni muradına eriştirdim. Kıyamette sana bir makam vereceğim; şu kadar asileri sana bağışlayacağım, ta ki:
Yeter.
Diyesin.. Senin ümmetini sair ümmetlerin üzerine seçtim. Seni de onlara şefaatçı kıldım. Dilediğin kadar şefaat eyle; kabul ederim.
Sonra…
Bu Mâlik’ten başka, cehennem hazinleri (kapıcıları, bekçileri, bakıcıları) on sekiz tanedir; Mâlik’le on dokuz olurlar. Bunların gözleri yıldırım gibidir. Ağızlarından yalın ateş çıkar. Bunlarda asla esirgemek ve acımak yoktur. Her an öfkeleri artmaktadır. Vücutları gayet büyüktür. Onların büyüklüğünü şundan anla: Onlardan biri tek eli ile yetmiş bin kâfiri alıp cehenneme atar. Kâfirin vucudu ise.. gayet büyüktür; ağzındaki dişlerinin her biri, Uhud dağı kadardır. Her bir dişi Uhud dağı kadar olunca, başının ve vücudunun ne kadar büyük olacağını hesap eyle. Bir omuzundan, diğer omuzuna varıncaya kadar olan mesafe, dokuz günlük yoldur. Derisinin kalınlığı üç günlük yoldur. İşte, koca cüsseli yetmiş bin kafir avucu içine sığınca, o melek ne kadar büyüktür, düşünüle… Bu meleklerin eli altında o kadar zebani vardır ki, onların sayısını ancak Allah-ü Taâlâ bilir.
Şöyle bir rivayet geldi:
Yüce Hak, Resulüllah S.A. efendimize bu on dokuz meleğin vasıflarını beyan yolunda şu ayet-i kerimeyi yolladı:
Onun üzerine on dokuz melek tayin edilmiştir. (74/30)
Resulüllah S.A. efendimiz ümmeti namına mahzun oldu; halas olmalarını diledi. Bunun üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Senin ümmetine on dokuz harfli bir cümle ihsan eyledim. Ümmetin onu devamlı olarak bırakmadan okursa.. kendilerini o on dokuz cehennem hazinlerinden ve onların yardımcıları olan zebanilerin azabından emin kılarım. O cümle şudur:
Rahman Rahim Allah’ın adı ile. (Bismillahirrahmanirrahim.)
Hak Taâlâ cümlemizi, Habib-i Huda Şefi-i Ruz-ü Ceza Hazret-i Ebelkasım Muhammed Mustafa hürmetine cehennemden azad eylesin. Amin!.
Allah-ü Taâlâ ona salat ve selam eylesin.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra, Mâlik o deliği kapadı. Daha sonra Cebrail ezan okuyup kamet getirdi. Ben de imam oldum; bu üçüncü semâ ehli ile iki rikât namaz kıldım.
Bundan sonra Dördüncü Semâ’ya yükseldik. Yüce Hak bu semâyı ham gümüşten yaratmıştır. (Bir rivayette: Beyaz inciden yaratmıştır.) Bu semânın adı: Zâhir’dir. Kapısı nur olup nurdan kilidi vardı. Bu kapının üzerinde: LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULÜLLAH (Allah’tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah’ın Resulüdür.), kelime-i tevhidi yazılmıştı. Bu kapıya müekkel olan meleğin adı: Salsail’dir. Daha önce anlatılan şekilde kapı çalınıp vaki sual cevap olduktan sonra, kapıyı açtı. İçeri girdim; Salsail’i gördüm. Tüm işlerin her biri ona bırakılmıştı. Bunun emrinde, dört yüz bin melek vardı. Bu meleklerden her birinin emrinde dört yüz bin mülâzimi vardı. Bu meleklerin tesbihi şuydu:
Zülümatın ve nurun halikı Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Güneşin ve aydınlık veren ayın halikı noksan sıfatlardan münezzehtir. En yüceden daha üstün Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane halik’ız-zulümati ven-nur, sübhane halik’ış-şemsi vel-kamer’il-münir, sübhan’er-refiil-alâ.)
Bunların arasında bir bölük melâike gördüm. Bunların kimi kıyamda durmuştu; kimi de secde yerine bakıyordu. Hiç bir şekilde gözlerini o yerden ayırmıyor, huşû ile duruyordu. Kimisi de secde yerinde burunlarına bakıp huşû ile duruyordu. Anlatılan üç sınıf meleklerin tesbihi şuydu:
Rabbımız, noksan sıfatlardan tam manası ile münezzehtir; pek mukaddestir. Öyle bir Rahman Rahim’dir ki: Ondan başka ilah yoktur. (Sübbuhün kuddusün Rabbüner-Rahman’ir-Rahim’illezi lâ ilâhe illa hüve.)
Cebrail’e sordum:
Bunların ibadetleri bu mudur?.
Cebrail bana şöyle anlattı:
Bunlar, yaratıldıktan bu yana, tam huşû üzere dururlar. Duâ eyle; bu ibadeti ümmetin için iste.
Duâ edip istedim; ümmetime namazda huşû ihsan olundu.
Bundan sonra, İdris A.S. ve Nuh A.S. peygamberleri gördüm. Bunlara selâm verdim. Selâmımı alıp tazim eylediler. Bana:
Hoş geldin ey salih kardeş, ey salih peygamber.
Dediler ve çeşitli ikramların müjdesini verdiler. İdris’in tesbihi şuydu:
Dilekte bulunanlara icabet eden Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Zalimleri tutan Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Öyle münezzeh bir zattır ki, yücelebildiği kadar yüceldi; hiç kimse onun yüceliğine yetişemez. (Sübhane mücib’is-sailin, sübhane kabiz’il-cebbarin, sübhan’ellezi alâ felâ yebluğu ulüvvehu ahad.)
Nuh’un okuduğu tesbih ise şu idi:
Hayy ve Halim olan Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Hak Ferd Kerim Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Aziz Hakim Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-hayy’il-halim, sübhan’el-hakk’il-kerim, sübhan’el-aziz’il-hakim.)
Bundan sonra, İsa’nın A.S. validesi Meryem’i, Musa’nın A.S. validesi Buhayid’i, Firavun’un hanımı Âsiye’yi gördüm. (Allah onlardan razı olsun.) Bunlar beni karşıladılar. Meryem’in yetmiş bin köşkü vardı; hepsi de ak incidendi. Musa’nın validesinin dahi yeşil zümrütten yetmiş bin köşkü vardı. Âsiye’nin de kızıl yakuttan, kızıl mercandan yetmiş bin köşkü vardı.
Bunları geçtikten sonra bir derya gördüm. Onun suyu kardan beyazdı.
Bu deniz nedir?.
Diye sordum; Cebrail bana şöyle anlattı:
Buna: Kar Denizi, adı verilmiştir.
Bunu geçtikten sonra, güneşi gördüm.
Bir rivayette güneş:
Yüz altmış kere kürre-i arzdan büyüktür.
İbn-i Abbas’ın rivayetinde ise şöyle anlatıldı:
Güneşin büyüklüğü yetmiş yıllık yoldur.
Yüce Hak, güneşi yarattıktan sonra, bir de altından bir gemi yarattı. Bu gemiye kızıl yakuttan bir taht koydu; bunun üç yüz altmış ayağı vardı. Her ayağını bir melek tutar.
Böylece, o deryada güneşi kayık içine koyarlar. Üç yüz altmış bin melek tutarak her gün güneşi meşrıktan mağribe götürürler; her gece mağripten meşrıka getirirler. Bundan sonra o melekler ibadetle meşgul olmaya başlarlar. Ertesi gün için üç yüz altmış bin melek gelir; bu hizmeti eda eder. Taa, kıyamete kadar bu iş böyle sürüp gider. Bir kere bu hizmeti edene, bir daha sıra gelmez.
Kur’an-ı Kerim’de Fürkan-ı Mecid’de Yüce Hak şöyle buyurdu:
Güneş, kendi karargâhında yürümektedir. (36/38)
Müfessirler dediler ki:
Güneşin karargâhı arşın altındadır.
Allah onlara rahmey eylesin.
Melekler, güneşi, her gece arşın altına götürürler. Orada Yüce Hakka secde eder. Taa, kıyamet vakti yaklaşıncaya kadar. O zaman şu emr-i ilahi gelir:
Güneş mağripte dursun; orada doğsun.
Bu mananın geniş şekli: Arais-i Salebi nam eserde mevcuttur.
Resullüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra Cebrail ezan okuyup kamet getirdi. Dördüncü semâ ehli olan meleklere imam olup iki rikât namaz kıldım.
Bundan sonra, Beşinci Semâ’ya yükseldik. Yüce Hak, bunu kırmızı altından yaratmış. İsmine:
Safiye.
Derler. Daha önce anlatıldığı biçimde, diğer semâlarda olduğu gibi; kapının açılması istendi. Belli sual cevap vaki oldu. Sonra, kapı açıldı.
İçeri girince gördüm ki: Oranın hazini Kelkail nurdan bir kürsü üzerine oturmuş.. Ona selâm verdim; tazim edip selâmımı aldı. Buna beş yüz bin melek hizmet ediyordu. Bu meleklerden her birinin beş yüz bin melek etbaı (emirlerine tabi melekler) vardı. Bunlar şu tesbihi okuyorlardı:
Mukaddestir, mukaddestir Rablar Rabbı. Noksan sıfatlardan münezzehtir en yüce en azametli Rabbımız. Pek mukaddestir meleklerin ve ruhun Rabbı. (Kudûsün kuddûsün Rabb’ül-erbab, sübhane Rabbina el-alâ el-azam, kuddûsün Rabb’ül-melâiketi ver-ruh.)
Bu tesbihi okumaya devam ediyorlardı. Bunları geçtikten sonra, bir güruh melâikeye rasladım; bunların hesabını ancak Yüce Mevla bilir. Bunlar huşû üzere ka’dede oturmuşlardı; daima dizlerine bakıp şu tesbihi okuyorlardı:
Noksan sıfatlardan münezzehtir en yüce faziletin sahibi. Sübhandır mahza adalet olup zulmetmeyen Yüce Zat. (Sübhane zil-fazl’il-ekber, sübhan’el-adl illezi la yecurü.)
Bunların ibadeti bu mudur?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bunlar yaratıldıktan bu yana, hep bu ibadetle meşguldürler. Niyaz eyle; Yüce Hak bu ibadeti ümmetine ihsan eylesin.
Ben de tazarru ve niyaz edip diledim; namazda ka’de ihsan olundu. Bunları geçtikten sonra, İsmail A.S., İshak A.S., Yakup A.S., Lut A.S. ve Harun A.S. peygamberleri gördüm. Bunlara selâm verdim. Selâmımı aldılar ve bana:
Hoşgeldin ey salih oğul, ey salih kardeş, ey salih peygamber.
Dediler. Kemaliyle tazim edip güzel ikramların müjdesini verdiler. Bu peygamberlerin tesbihi şuydu:
Vasfedenler, azametini ve müntehasını anlatmaktan yana aciz kaldıkları Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Boyunlar önünde eğilen, güçler ona karşı küçülen Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane men lâ yesif’ül-vasıfune azmetehu ve müntehahü, sübhane men hadaat leh’ür-rikabü ve zellet leh’üs-sıfak.)
Bunu geçtikten sonra, bir deryaya vâsıl oldum. Onun büyüklüğünü, ancak Yüce Hak bilir. Onu başkası anlatamaz.
Bu derya ne deryasıdır?.
Dedim; Cebrail bana şöyle anlattı:
Bunun adına:
Bahr’ün-nıkam, (Azap Deryası) Derler.
Nuh tufanı bu deryadan inmiştir.
Bundan sonra, Cebrail ezan okuyup kamet getirdi. Beşinci semâ meleklerine imam olup iki rikât namaz kıldım.
Bundan sonra Altıncı Semâ’ya çıktım. Bu semâyı Yüce Hak sarı yakuttan yaratmış. Adına:
Halisa.
Derler. Buranın hâzinine de:
Semhail.
Derler. Daha önce anlatılan usulde kapının açılması istendi; belli sual cevap vaki oldu. Kapı açıldı; içeri girdik. Oranın hazini Semhail’i gördüm; hizmetinde altı yüz bin melek vardı. Her meleğin emrinde ise., ayrıca altı yüz bin yardımcı var. Hepsi de şu teşbihi okuyorlardı:
Kerim Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Açılan nur Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Öyle münezzeh bir zattır ki, semâlarda onların ilâhı odur; yerde olanların ilâhı odur. (Sübhan’el-kerim, sübhan’en-nur’ül-mübin, sübhanellezi hüve ilahü men fissemavati ve ilàhü men fil-arzi.)
Semhail’e selâm verdim; selâmımı aldı. Tam manası ile bana tazim etti. Sonra:
Allah-ü Taâlâ senin hasenatını, kerametlerini, kalbinin nurunu bereketli kılsın.
Diye dua eyledi; ben de onun bu duasına:
Amin!.
Dedim. Bunu geçtikten sonra, büyük bir melâike zümresine vardım. Bunlara:
Kerrubiyyun.
Adı veriliyordu. Bunların adedini ancak Allah-ü Taâlâ bilir. Bunların başkanı bir ulu melektir ki, yalnız bu ulu meleğin yetmiş bin melek hizmetçisi vardır. Her hizmetçisinin de yetmiş bin yardımcısı var. Bunlar yüksek sesle tesbih ve tetlil okuyorlardı.
Bunları geçtikten sonra, kardeşim Musa’yı gördüm. Selâm verdim. Selâmımı aldı; kalktı, beni iki gözlerimin arasından öptü. Sonra şöyle dedi:
Seni bana gösteren Allah’a hamd olsun.
Ve., benim için Yüce Hak’tan nice kerametlerin müjdesini verdi; şöyle dedi:
Bu gece sen, Mevlâ’nın cemali ile münevver ve münacaat-ı Huda ile mükerrem olacaksın. Zaif ümmetini unutma. Sana ne ihsan olunursa, ondan ümmetine de nasib iste. Eğer bir şey favz olursa, mümkün olduğu kadar hafif olmasını taleb eyle.
Musa’nın okuduğu tesbih duâsı şuydu:
Dilediğine hidayet nasib eden Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Dilediğini dalâlette bırakan Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Gafur Rahim olan Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-hadi men yeşaü, sübhan’el-mudillü men yeşaü, sübhan’el-Gafur’ür-Rahim.)
Musa’dan ayrıldığımda ağladı. Sordum:
Ağlamanın sırrı nedir?.
Diye., şöyle anlattı:
Yeni bir zat benden sonra peygamber oldu; onun ümmeti benim ümmetimden daha fazla cennete girecektir.
Bunu geçtikten sonra, Mikâil’e eriştim. Büyük bir kürsüye oturmuştu. Önünde büyük bir terazi vardı. O terazinin her gözü, yerler ve gökler sığacak kadar büyüktü. Önünde nice nice tomarlar vardı. Yanına varıp selâm verdim. Selâmımı aldı; kalkarak tazim eyledi. Bana şöyle dua etti:
Allah-ü Taâlâ senin kerametini ve sürurunu artırsın.
Onun bu duasına karşılık ben de:
Amin!.
Dedim. Sonra bana şöyle bir müjde verdi:
Senin ümmetine olan hayır ve keramet, hiç bir ümmete müyesser olmamıştır. Onların mizanı cümlesinden ağırdır. O kimseye saadetler olsun ki, sana tabi olup sever. Vay o kimsenin haline ki, sana isyan eder…
Mikâil’in yanında o kadar çok melek vardı ki, onların adedini ancak Allah-ü Taâlâ bilir. O meleklerin hepsi bana şöyle dediler:
Cümlemiz senin fermanına itaatkârız. Daima sana salâvat okuruz. Âdem’in yaratılmasından yirmi beş bin yıl evvelinden bu ana gelinceye kadar, her ne mikdar yağmur ve kar yağdıysa.. onların her katrasına bir melek hizmet ederek indirir. Ne kadar bitki, meyve, hububat biterse, her birine bir melek hizmet eder. Hizmetini de tam yapar. O hizmette bir kere bulunan meleğe kıyamete kadar bir daha sıra gelmez. Onların çokluğu nekadardır; bundan kıyas eyle.
O meleklerin tesbihi şuydu:
Her müminin ve kâfirin Rabbı Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Noksan sıfatlardan münezzehtir o zat ki, hamile kadınlar onun heybetinden içlerindekini düşürürler. (Sübhane Rabbi külli mü’minin ve kâfirin, sübhane men tadau min heyebetihi ma fi butunahi’l-havamilü.)
Mikâil’in tesbihi de şuydu:
Pek Yüce Rabbım tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane Rabbiy’el-alâ.)
Bir rivayette şöyle anlatıldı:
Her kim yukarıda anlatılan:
Pek Yüce Rabbım tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane Rabbiy’el-alâ.)
Tesbihi okumaya devam ederse, o kimse öldüğü zaman, Mikâil kendisine rahmet meleği ile hediye gönderir. Her kimin ki kabrine rahmet meleği gelir; o kimse kabir azabından emin olur. Bu mana icabıdır ki, Resulüllah S.A. efendimiz:
Pek Yüce Rabbım tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhane Rabbiy’el-alâ.)
Tesbihini sünnet eyledi. Ta ki, ümmeti secdelerinde o tesbihe devam etmek sureti ile anlatılan saadete nail olalar.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra, yeşil ve nurlu bir denize eriştim. Burada o kadar melâike vardı ki bunların sayısını ancak Allah-ü Taâlâ bilir; ondan başka kimse bilmez. Bunların tesbihi şuydu:
Kadir muktedir olan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. En keremli kerim olan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Celil Azim olan Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-kadir’ik-muktedir, sübhan’el-kerim’il-ekrem, sübhan’el-celil’il-azim.)
Sordum:
Bu ne gûna deryadır?.
Cebrail şöyle anlattı:
Bunun adına:
Yeşil deniz. (Derya).
Derler.
Bundan sonra, Cebrail ezan okudu; kamet getirdi. Altıncı semâ meleklerine imam oldum; iki rikât namaz kıldım.
Bundan sonra, Yedinci Semâya çıktık. Hak Taâlâ bunu nurdan yaratmıştı. Bunun adına:
Gariba.
Derler. Bu semâya bakan hazinin ismine de:
Efrail.
Derler. Cebrail, daha önceki semâ kapılarında olduğu gibi, kapının açılmasını istedi; içeriden sual geldi. Cebrail o suallerin cevabım verdi. Sonra, kapı açıldı; içeri girdik; Efrail’i gördüm. Bunun yedi yüz bin hademesi vardı. Her hademenin de yedi yüz bin avanesi vardı. Bunların okuduğu teşbih şuydu:
Öyle Yüce sübhan Zattır ki, semâyı tavan yapıp yükseltti. Öyle Yüce bir zattır ki, yeri yaydı ve döşedi Sübhandır o Yüce Zat ki, yıldızları doğdurdu; onları (veya yere) süs eyledi, Öyle sübhan bir Zattır ki, dağları yerleştirdi, onlara kurulu bir düzen verdi. (Sübhan’ellezi sataha’s-semavati ve rafaaha, sübhan’ellezi basat’el-arza ve feraşaha, sübhan’ellezi etlaal-kevakibe ve ezhereha, sübhan’ellezi ersa’l-cibale ve heyyeeha.)
Efrail’e selâm verdim. Sevinerek selâmımı aldı. Bana nice ikramların ve hasenatın kabulü müjdesini verdi.
Her semânın (bu semânın olabilir) kapısı üzerinde şu cümle yazılı idi:
Allah’tan başka ilâh yoktur: Muhammed Allah’ın Resulüdür. Ve.. Ebu Bekir Sıddîk.. (LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULÜLLAH VE EBU BEKİR’İN’İS – SIDDİK.)
Burada bir melek gördüm; başı arşla beraberdi. Ayakları da yerin zemininde idi. O kadar büyüktü ki: Yüce Hak ona izin verse, yedi kat gökleri bir lokma edip yutardı. Bu meleğin tesbihi şuydu:
Varlığını celâli ile perdeleyen Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Rahimlerdekine dilediği sureti veren Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-muhtecibi bi celâlihi, sübhan’elmusavviri fil’erhami ma yeşhaü.)
Bundan sonra bir melek gördüm; bu meleğin yedi yüz bin başı vardı. Her başında da yedi yüz bin yüzü vardı. Her yüzünde de yedi yüz bin ağzı vardı. Her ağzında da yedi yüz bin dili vardı. Her dili ile, yedi yüz bin lügat konuşuyordu. Konuştuğu dilerin hiç biri diğerine benzemiyordu. Bu meleğin ayrıca yedi yüz bin kanadı vardı. Bu melek, her gün cennette olan nur deryasına yedi yüz kere dalıyordu. Her dalıp çıktıkça, silkiniyor; sıçrayan her damlasından Yüce Hak kudreti ile bir melek yaratıyordu. Ondan yaratılan her melek, Yüce Hakkı şöyle tesbih ediyordu:
Sübhansın şanın nekadar yüce.. Sübhansın makamın nekadar üstün.. Sübhansın efendim, halkına merhametin nekadar çok.. (Sübhaneke ma a’zame şanüke, sübhaneke ma a’azame mekânüke, sübhaneke seyyidi ma erhameke bi halkıke.)
Bunu geçtikten sonra, bir melek gördüm; bir kürsü üzerine oturmuştu. Başı arş altında, ayakları da yerin dibinde idi. O kadar büyüktü ki: Dünya ve içindekiler ona ancak bir lokma olurdu. Kanadının bir ucu mağripte, bir ucu da meşrıkta idi. Yedi yüz bin melek, onun hizmetine durmuşlardı. Bu meleklerden her birinin eli altında yedi yüz bin melek vardı.
Bu kimdir?.
Diye sordum; Cebrail şöyle anlattı:
Bu, İsrafil’dir.
Gidip selâm verdim. Selâmımı aldı; bana çok müjdeler verdi. Bunun tesbihi şöyleydi:
Duyan ve bilen Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisini halka perdeleyen Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Yüce Rabbımız, tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’es-semiil-alim, sübhan’el-muhtecibi an halkıhi, sübhane Rabbina ve Taâlâ.)
Bundan sonra, bir kimseyi gördüm ki: Nura gark olmuş. Gayet heybetli ve vekarlı bir şekilde bir kürsü üzerinde oturmuştu. Önünde çokça çocuklar vardı. Sordum:
Ey Cebrail, bu kimdir?. Ki, büyük bir nuru, çok vekarı ve heybeti var. Önünde duran sıbyan çocuklar kimlerdir?.
Cebrail şöyle anlattı:
O, sizin büyük ceddiniz İbrahim’dir. Seni ve sana iman eden ümmetini sever. Alemlerin Rabbı Yüce Allah’a niyaz edip, senin ümmetine iyilikte bulunmak diledi. Yüce Hak, onun bu dileğini kabul buyurdu; o sıbyan çocukları verdi. Onlar, senin ümmetin buluğa ermeden ölen kız ve erkek çocuklarıdır. Onların terbiyesini, Hak Taâlâ İbrahim’e bıraktı. Onları kıyamete kadar terbiye edip ilim ve edep öğretecektir. Onları kemaliyle yetiştirdikten sonra, mahşer günü önüne katıp arasat meydanına getirecektir. Oradan, Yüce Allah’ın manevi huzurunda durup şu niyazda bulunacaktır:
Ya Rabbi, bunlar habibin Muhammed ümmetinin S.A. buluğa ermeden ölen sabileridir; emr ü fermanın ile ilim ve kemalle onları yetiştirdim; yüce dergâhına getirdim. Kerem, lütuf ve ihsan senindir.
Onun bu niyazı üzerine, Yüce Hak, azamet ve celâli ile şöyle buyuracaktır:
Ey çocuklar, gidin cennete girin.
Bu hitab-ı ilâhî üzerine onlar şöyle diyeceklerdir:
Rabbımız, fazlınla, ihsanınla analarımızı ve babalarımızı bize bağışla.
Yüce Hak, tekrar şöyle buyurur:
Size sorgu sual yoktur; varın cennete girin; ama babalarınız ve analarınız için sorgu sual vardır; hesab vardır.
Bunun üzerine, o çocuklar şöyle niyaz ederler:
Rabbımız, biz onları ayrılığımızla dünyada mahzun ettik. Bugün, her yana yaygın rahmetinle onları mesrur edelim.
Onların bu yakarmalarına acıyan Kerim ve Rahim olan Yüce Allah tazarru ve niyazlarını kabul buyurur:
Gidin, Kevser havzından şarap alın; babalarınıza ve analarınıza içirin.
Bundan sonra, Cebrail bana şöyle dedi:
Öne geç; İbrahim’e selâm ver.
Ben de, gittim; selâm verdim. Bana tazim edip selâmımı aldı. Sonra şöyle dedi:
Hoşgeldin, ey salih oğul, ey salih peygamber.
Sonra şöyle devam etti:
Ey oğul, sen bu gece âlemlerin Rabbının cemâlini müşahede ile müşerref olacaksın; türlü türlü lütufların mazharı olacaksın. Ümmetin ise, cümle ümmetlerin âhiri ve çok zayıfıdır. Onlara şefkat edip Rabbından dile…
Devam etti:
Ya Muhammed, ümmetine benden selâm eyle. Onlara haber ver:
Dünya fanidir; zevali çabuk olacaktır; Allah katında ise.. hor ve hakirdir. Yüce Hak, dünyaya sineğin kanadı kadar itibar etmemiştir. Onun süslerine aldanıp saraylarına ve güzel elbiselerine, türlü türlü yemeklerin lezzetine, hizmetçilerine ve haşmetine gönül vererek aldanıp ömürlerini boşa gidermesinler. Âhiret bakidir. Gece gündüz pâk şeriatınla, hidayete ileten sünnetinle amel edip Allah-ü Taâlâ’nın rızasını tahsile çalışsınlar. Cennetin yeri boldur. Oraya çokça ağaçlar diksinler.
Sordum:
Cennete nasıl ağaç dikilir?.
Şöyle anlattı:
Şu tesbih duâsıdır:
Allah sübhandır, hamd Allah’a mahsustur. Allah’tan başka ilâh yoktur. En büyük Allah’tır. Güç, kuvvet yüce ve azim olan Allah’ındır. (Sübhanellahi vel-hamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vellahü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billah’il-aliyy’il-azim.)
Bu tesbihi okusunlar. Bunu her okudukça, cennette bir ağaç dikilir.
Bundan sonra, Cebrail ezan okudu; kamet getirdi. Yedinci semâ meleklerine imam olup iki rekât namaz kıldım.
Bundan sonra, Beytü'l-Ma'mûr’a yükseldim. Burası, yedinci semâda bir beyt-i mükerremdir. Kâbe-i Mükerre-me’nin üzerine gelir; o kadar da büyüktür. Onu semâdan bıraksalar, tam Kâbe-i Mükerreme’nin üzerine iner. Yüce Hak onu kızıl yakuttan yaratmış. Onun yeşil zümrütten iki kapısı vardır. Kızıl altından on bin kandil asılmış. Ak gümüşten bir minaresi vardı. Onun yüksekliği beş yüz yıllık yoldu. O beytin kapısına bir minber konmuştu. Yaratıldıktan bu yana, hatta kıyamete kadar her gün yetmiş bin melek ona gelir. Onun önünde nurdan bir deniz vardır. Orada yıkandıktan sonra, arkalarına nurdan birer rida alıp onunla ihrama girerler.
Lebbeyk.
Diyerek ihram giyenler gibi bu beyti tavaf ederler. Oraya bir defa gelene kıyamete kadar bir daha sıra gelmez. Buraya giden de, ancak yedinci semâ melekleridir. Sonra, Cebrail elimden tuttu; içeri girdik. Şöyle dedi:
Ya Resulellah, burada da imamet edin.
Cebrail ezan okudu. Yedi kat semâ ehli tümden iktida edip iki rekât namaz kıldım. Bu topluluğu görünce hatırıma şöyle geldi:
Ümmetime de bu toplu ibadetten nasib verilse…
Bunun üzerine, o gizliyi saklıyı bilen Yüce Zat, içimden geçeni bilip şöyle ferman eyledi:
Ya Muhammed, senin ümmetine de böyle bir topluluk olacaktır. Onun günü cumadır; cemaatıdır.
Bazı vaaz kitaplarında şöyle yazıldı:
Cuma günü olduğu, zaman, mele-i âlâ Beytü'l Ma’mûr da toplanır. Cebrail ezan okur; İsrafil ise, hutbe irad eder. Mikâil ise, imam olur; yedi kat semâ melekleri ona uyarlar.
Cuma namazı tamamen kılındıktan sonra, Cebrail şöyle söyler:
Ey melekler, şahid olun. Bu ezanın sevabını Muhammed ümmetinin müezzinlerine bağışladım.
İsrafil ise, şöyle der:
Ey melekler şahid olun; ben de bu hutbenin sevabını Muhammed ümmetinin hatiplerine bağışladım.
Mikâil ise, şöyle der:
Bu imamlığın sevabını Muhammed ümmetinin imamlarına bağışladım.
Melekler dahi, sevaplarını Muhammed ümmetinin cuma namazı kılanlarına bağışlarlar.
Bunun üzerine, Yüce Hak katından şu ilâhî ferman gelir:
Ey melekler, bana cömertlik mi arz edersiniz; halbuki cömertliği yaratan benim. Şahid olun; cuma gününe tazim eden Muhammed ümmetinden ister kadın, ister erkek olsun, hepsinin günahını bağışladım. Onları cehennemden azad eyledim.
Böylece, kerem ihsanında ve rahmet itasında bulunur.
Allahım, bize de bunu nasib eyle; o sevaba ermeyi bize kolay eyle. Emin Peygamber S.A.V hürmetine.. Ey merhametliler merhametlisi! Âmin!.
Resulüllah S.A.V efendimiz şöyle buyurdu:
Bundan sonra, Sidre-i Müntehâ’ya çıkarıldım.
Sidre-i Münteha için ulema çeşitli görüş beyan ettiler. Bilhassa bu ismin verilmesi üzerine…
İbn-i Abbas R.A. şöyle anlattı:
Hakkın ilmi orada son bulup ondan öte ne olduğunu kimse bilmediği için:
Sidre-i Münteha.
İsmi verildi.
Bazıları da şöyle anlattı:
Yukarıdan inen oraya gelir; aşağı geçemez. Aşağıdan yukarı çıkan da oraya ulaşır; ondan yukarı çıkamaz. Bundan ötürü oraya:
Sidre-i Müntehâ.
Denildi.
Bazıları da şöyle anlattı:
Ruhlar âlemi orada nihayet bulur; bunun için:
Sidre-i Müntehâ.
İsmi verildi.
İbn-i Abbas R.A. şöyle anlattı:
O, altından yaratılan bir ağaçtır. Dallarının bazısı zümrütten, bazısı da yakuttandır. Dibinden tepesine kadar olan mesafe yüz elli yıllık yoldur. Onun yaprakları fil kulağına benzer; gayet büyüktür. Onun bir yaprağı bütün dünyayı örter. Yemişleri testi şeklindedir. O ağacı nur kuşatmıştır.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
O ağacın üzerinde o kadar melâike gördüm ki, sayısını ancak Allah-ü Taâlâ bilir. O ağacın bütün yapraklarını sarmışlardı. O melekler, çekirge gibi parlıyor, yıldızlar gibi şule veriyorlardı.
Bu manada şu âyet-i kerime gelmiştir:
Sidreyi bürüyen bürüyordu o zaman. (53/16)
Müfessirler, bu âyet-i kerimenin tefsirinde şöyle dediler:
Melekler çokluklarından o ağacı ihata etmişlerdir.
Şöyle rivayet edildi:
O ağacın yapraklarında o kadar melâike vardır ki, gökteki yıldızların ve yerdeki kumların sayısı kadardır. Altın kelebek suretinde melekler vardır.
O meleklerin cümlesi, Fahr-i Kâinat Hulasa-ı Mevcudat Resulüllah S.A.V efendimizin huzuruna gelip selâm verdiler. Mübarek cemâlini gördükleri vakit, Allah’a şükür edip Allah-ü Teâlâ’nın rahmeti ile müjdelediler. Tüm taatlarının sevabını Resulüllah S.A.V efendimizin ümmetine bağışladılar.
Cebrail’in makamı bu ağacın budakları arasında, yeşil zümrütten bir budaktır. Onun yüksekliği yüz bin yıllık yoldur. Orada bir yaprak vardır; yassılığı yedi kat gök ve yedi kat yerdir. Orada nurdan bir sergi döşenmiştir; üzerinde kırmızı yakuttan bir mihrap vardır. O mihrap Cebrail’in makamıdır. O mihrabın önüne, Habib-i Ekrem Resulüllah S.A.V efendimizin namına konulmuş bir kürsü vardı. O konalı beri üzerine hiç kimse oturmamıştı.
Bundan sonrasını Resulüllah S.A.V efendimizden dinleyelim:
İşte, Cebrail beni aldı; o kürsünün üzerine oturttu. O kürsünün her yanına kürsüler konmuştu; gördüm. Önünde on bin kürsü konmuştu; Tevrat yazıyorlardı. Her kürsünün etrafında da kırk bin kürsü vardı; üzerine melekler oturmuş Tevrat okuyorlardı.
Sağ yanında da on bin kürsü konmuştu; yeşil zümrüttendi. Üzerinde melekler İncil yazıyorlardı. Her kürsünün etrafında kırk bin kürsü vardı, bunların üzerine de melekler oturmuş İncil okuyorlardı.
Sol tarafına da zebercedden on bin kürsü konmuştu; melekler üzerine oturmuş Zebur yazıyorlardı. Her kürsünün etrafında da kırk bin kürsü konmuştu; melekler Zebur okuyorlardı.
Ard canibine de kızıl yakuttan on bin kürsü konmuştu. Üzerlerinde melekler Kur’an-ı Azimüşsan yazıyorlardı. Her kürsünün etrafına da kırk bin kürsü konulmuştu; melekler oturmuş Kur’an-ı Kerîm okuyorlardı.
Şöyle anlatıldı:
O kürsünün önünde Tevrat, sağında İncil, solunda Zebur yazılıp okunmasının hikmeti şudur:
Mefhar-ı Âlem Güzide-i Beniâdem Resulüllah S.A. efendimiz henüz dünyaya teşrif etmeyip risaletle baas olunmazdan evvel o kitaplar nazil olmuştu. Onlarda, Resulüllah S.A. efendimizin güzel vasıflarını, iyi huylarını, Allah katında habib olduğunu, cümle halktan ileri bir kereme erdiğini, ümmetinin cümle ümmetlerden hayırlı ve faziletli olduğunu açıktan beyan ettiklerine işaret vardı.
Kur’an-ı Kerîm’in ard canipte yazılıp okunmasındaki hikmet ise, şudur:
Bu, Resulüllah S.A.V efendimize nazil olan kitaptir. Resulüllah S.A. efendimiz beka sarayına teşrif ettikten sonra da, onun hükmü kıyamete kadar baki kalacaktır. Kıyamette dahi, onunla hüküm olunacaktır. Ve onun, nesh, tebdil, tağyir ve tahriften korunup mahfuz kalacağına işaret’tir.
Resulüllah S.A.V efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Bundan sonra, Cebrail bana şöyle dedi:
Ya Resulellah, senden bir dileğim var. Bu makamda iki rikât namaz kılasın ki, makamım onunla bereket kesbeyleye.
Bu sebeple, ben de iki rikât namaz kıldım. Beyt-i Mamur’da olduğu gibi, cümle sidre-i münteha melekleri bana iktida ettiler.
Böylece, Resulüllah S.A.V efendimizin meleklere göre daha şerefli olduğu gerçekleşmiş oldu.
Resulüllah S.A.V efendimiz anlatmaya devam ediyor; şöyle buyurdu:
O ağacın altında dört ırmak akıyordu; ikisi zahir, ikisi de batındı. Cebrail şöyle dedi:
O batın olan ırmaklar cennete gider. Zahirdeki ırmaklar ise.. dünyaya gider ki, biri Fırat; diğeri de Nil nehridir.
Bir ırmak daha gördüm; etrafında yakuttan, inciden, zebercedden haymeler kurmuşlardı. Ayrıca ırmak kenarında yeşil kuşlar gördüm; boyunları deve boynuna benziyordu. Cebrail şöyle dedi:
Bu gördüğün Kevser ırmağıdır; Hak Taâlâ sana nasib etti.
Bu mana da Kur’anda şöyle anlatıldı:
Biz sana Kevser ırmağını ihsan ettik. (108/l)
Resulüllah S.A.V efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Bu ırmak, yakuttan, zümrütten çakıl taşları, üzerine akıyordu. Suyu sütten beyazdı. Ondan bir bardak alıp içtim; baldan tatlı idi. Kokusu miskten daha latifti. O ağacın altında, ayrıca bir çeşme akıyordu. Cebrail şöyle anlattı:
Bunun adına:
Selsebil.
Derler. Bundan iki ırmak peydah olur.
Onlardan birine: Kevser, diğerine de: Rahmet, adını verirler.
İkisi de cennet kapısının önünde akar.
Cennete girenler, Kevserden içtikleri zaman, kalbe dair afet, kötü huy, düşük âdetlerinin cümlesinden pak olurlar.
Ayrıca rahmet kaynağından da gusül ederler. (Yani: Yıkanırlar.)
Erkekler yıkandığı zaman, Âdem’in cüssesinde, boyları altmış zira, enleri de yedi arşın olur. Otuz üçer yaşında, yeşil bıyıklı olurlar.
Hanımlar yıkandığı zaman, on sekiz yaşında bakire kız olurlar. Kızlıkları hiç bozulmaz.
Böylece, cennete girerler. Bir daha kocakarı olmak, yaşlı ihtiyar olmak yoktur.
İşte, o suların başı budur.
Gördüm ki: Sidrenin önünden saf saf olmuş melekler geçerler. Safları birbirine bitişmişti. O kadar uzamıştı ki: Bir baştan çok süratli uçan kuş olsa, yüz yılda öbür başa varamazdı. Esen yelden daha hızlı gidiyorlardı. Birinin üzerinden ok atsan, okla beraber gider; ok onu geçemezdi. Bunları görünce Cebrail’e sordum:
Bu melekler nekadar çoktur; nereden gelir; nereye giderler?. Ne zamandan beri böyle geçerler?.
Cebrail şöyle anlattı:
Yaratıldığım vakitten beri bunlar böyledir. Hiç kesilmeden geçerler. Nereden gelip nereye gittiklerini bilmem.
Kendi kendime:
Bunlar ne kadar da çok!.
Diye hayret ettiğimde, hemen Cebrail’e şu âyet-i kerime vahyolundu:
Rabbım askerlerini ancak kendisi bilir. (74/31)
Bana tebliğ etti.
Bundan sonra, önüme üç kâse getirdiler: Birinde şarap, birinde bal, birinde de süt vardı. Ben, sütü alıp içtim. Cebrail bana şöyle dedi:
İslâm fıtratını seçtin. Ümmetin İslâm dininde sabit olurlar. Şarabı alsaydın, ümmetin azgın ve şaşkın olurdu.
Sidrede bir melek gördüm; ondan büyük bir melek görmedim. Onun boyu, bin kere bin yıllık yol kadar uzundu. O meleğin yetmiş bin başı vardı. Her başında da yetmiş bin yüzü vardı. Her yüzünde de yetmiş bin ağzı vardı. Her başında da yetmiş bin kisvesi vardı. Her kisvesine, bin kere bin inci asılmıştı. O inciler o kadar büyüktü ki, her incinin içinde bir deniz vardı; o denizde balıklar cevelan ederdi. O balıkların sırtlarına:
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULÜLLAH (Allah’tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah’ın Resulüdür.)
Kelime-i tevhidi yazılı idi. O melek, bir elini başına, bir elini de arkasına koyup tesbih okurdu. O tesbih okudukça, sesinin güzelliğinden arş harekete gelirdi. Cebrail’e sordum:
Bu melek kimdir?.
Diyerek.. şöyle anlattı:
Bu meleği Yüce Hak, Âdem’den A.S. iki bin sene evvel yarattı.
Şimdiye kadar nerede idi? onun meskeni nerededir?.
Dedim; şöyle anlattı:
Cennette arşın sağında bir yer vardır; bu meleğin karargâhı idi. Oradan bu makama getirdiler.
Gittim; selâm verdim. Kalkmak sureti ile tazim edip selâmımı aldı. Kanatlarını açtı; cümle yer ve gök onun kanatları ile örtülürdü. Benim yüzümü öptü. Şöyle dedi:
Sana müjde.. keza ümmetine de.. Yüce Hak, ümmetinin günahlarını af ve mağfiret etmek için onlara mübarek bir ay ihsan etti.
Bu ay ramazan-ı şerif ayıdır. O ayı, bu gece sana ve ümmetine ihsan edecektir. Onun hürmetine ümmetin affolunur.
Ve.. ben, bu gece bu büyük müjdeyi sana tebliğ için buraya gönderildim.
Gördüm ki: Önünde iki sandık duruyor. Her birinin üzerinde nurdan kilidi vardı. O meleğe sordum:
Bu sandıkların içinde ne vardır?.
Diyerek.. şöyle anlattı:
Bu sandıkların birinde, senin ümmetinden ramazan ayında oruç tutanlardan, taa ramazan ayı çıkıncaya kadar cehennemden azad olanların, taa, kıyamete kadar ramazan ayı içinde azad olanların azadlık beratları vardır.
Bir başka rivayette ise, o meleğin şöyle anlattığı söylenir:
Ramazan ayında her gün iftar vaktinde Yüce Hak oruç tutanlardan altı yüz bin kulu cehennemden azad eder; taa, cumaya kadar böyle.
Cuma günü olduğu zaman, gece ve gündüz yirmi dört saatinin her saatında altı yüz bin kulu cehennemden azad eder; taa, kadir gecesi oluncaya kadar.
Kadir gecesi olduğu zaman, ki o: Gecesi ve gündüzüyle yirmi dört saattir. Her saatında, ramazan-ı şerifin başlangıcından cuması ile beraber o geceye kadar, ne kadar kul azad olunduysa.. o kadar kulu cehennemden azad eder.
Ramazanın son günü olduğu zaman, iftar zamanı, bütün ramazan ayında cuması ile, kadir gecesi ile beraber ne kadar kul azad eylemişse.. o kadar kulu cehennemden azad eder.
İşte.. tümden azad olanların beratları bundadır.
Resulüllah S.A.V efendimizin anlattıklarına geçelim:
Bu sandığın diğerinde de şu vardır ki; kıyamet günü ümmetinden yetmiş bin kişiye hesapsız azapsız cennet ihsan olunacaktır. İşte, bunların beratları bu sandığın içindedir.
O yetmiş bin kişinin dahi her biri için, yetmiş bin kişi bağışlanacaktır; bu bağışlananlar, akraba-ü taallukatından, tanıdık dostlarından ve sair asi müslümanlardan yetmiş adam alıp hesapsız olarak, cennet ikramına nail olacaklardır. Bütün bunların beratları bu sandıktadır.
Sana ve ümmetine TÛBÂ ya Resulellah.
TÛBÂ Derken şu manayı anlatmak ister;
Ya Resulellah, cennat-ı aliyat, içinde sayıya gelmeyen türlü türlü üstün nimetler, tûbâ ağacının zavki senin ve senin ümmetin içindir.
Bu cümlede: Parça anlatılırken, bütün murad edilmektedir; mecazdır. Yani: TÛBÂ anlatılıp, bütün cennat-ı aliyat ve nimetleri murad olundu.
Üstte anlatılan mana: TUBÂ, cennette bir ağacın ismi olduğuna göredir. Amma, TÛBÂ EYTAB kelimesinin müennesidir. Buna göre mana şöyle olur:
Dünyada güzel hal, beğenilen bir geçim tarzı, hayırlı amelle geçen uzun ömür, ömür tamam olunca da iman nuru, kelime-i irfan (kelime-i tevhid) ile emaneti teslim etmek, kabirde Münker Nekirin suali kolay olması, kabrin cennet bahçesi haline gelmesi sonunda rahatlık, mahşer günü hamd sancağı altında ve büyük arşın gölgesinde türlü türlü nimetlere ermek, kitabı sağdan almak, hesabın kolay olması, ilk geçenlerle sırat köprüsünü geçmek, Allah’ın fazlı ile meccanen doğruca cennete girmek, orada lezzetlerin en azizi olan cemal müşahedesine ve Allah’ın cemalini müşahedeye nail olmak sureti ile merama kavuşmayı sana ve ümmetine müjdelerim.
Resulüllah S.A.V şöyle buyurdu:
Bundan sonra bir melek gördüm. Horoz suretinde idi; beyaz inciden yaratılmıştı. Bu meleğin sağında yetmiş bin kanadı vardı; solunda da yetmiş bin kanadı vardı. Her kanadında da yetmiş bin tüyü vardı inciden. Yetmiş bin tüyü de yakuttandı. Yetmiş bin tüyü de kızıl altındandı. Yetmiş bin tüyü de gümüştendi. Yetmiş bin tüyü de, misktendi. Yetmiş bin tüyü de kâfurdandı. Yetmiş bin tüyü de anberdendi. Yetmiş bin tüyü de zafirandandı. Onun boyu arştan, yedi kat yerin dibine kadardı. Onun her kanadında şu yazılmıştı:
Rahman Rahim Allah’ın adı ile.. Allah’tan başka ilâh yoktur; Muhammed Allah’ın Resulüdür. Her şey helak olacaktır; Vahid Kahhar Allah’tan başka…
Her namaz vakti geldiği zaman; o melek başını kaldırır:
Azim Allah’ın adı ile., ona hamd olsun.. (Bismillah’il-azim ve bihamdihi.)
Diyerek tesbihle meşgul olur. Onun tesbihi şuydu:
Sübhansın Allahım.. Şanın nekadar yüce.. (Sübhaneke ma a’zame şanüke.)
Bundan sonra, kanatlarını birbirine vurur; onun bu vuruşundan acaip sesler çıkar. Bu ses, cennete ulaştığı zaman, cennet ağacının dalları birbirine dokunur; cennetin yakuttan ve laalden kubbelerine ulaşır. Oralardan da latif sedalar çıkar. Bu sedadan huri, gılman ve vildan ayıkır; anlar ve:
Ümmet-i Muhammed’in namaz ve ibadet vakti geldi…
Diyerek birbirlerine müjdelerler. Bundan sonra, o melek harekete geçer; arş titrer. Bunun üzerine Yüce Hak, o meleğe sorar:
Neden titrersin?.
Yüce Hakkın bu hitabına cevaben şöyle der:
Ya Rabbi, Muhammed ümmeti namaza kalktı; halbuki üzerlerinde şu kadar günahları var. Onun için titrerim.
Yüce Hak şöyle buyurur:
Ey melek, sen sakin ol. Benim rahmetim namaz kılanların üzerine vacib oldu. Şahit olun, ben onlara rahmetle nazar edip af ve mağfiret ettim. Onları cehennemden azad eyledim. Habibimin yüzü suyu hürmetine meva cennetini onlara nasib eyledim.
Böylece, Yüce Hak, lütuf ve keremini beyan eder. Ve.. burada, Cebrail’i kendi suretinde gördüm. Onun altı yüz kanadı vardır; türlü türlü, cevahirden ve incidendir. O altı yüz kanadından ikisini açtığı zaman, mağriple meşrıkı doldurur. O kanatlar türlü cevahirle bezenmiştir. Bir omuzundan, bir omuzuna kadar mesafeyi tez uçan kuş, beş yüz yılda alır.
Bazıları da, bu mesafe için şöyle dedi:
Yedi yüz yıllık yoldur.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim:
Bundan sonra, düz bir mekâna vardık. Oradan kalem-i âlâ’nın sesi işitiliyordu. Orada, Cebrail’e:
İleri git.
Dedim, Cebrail bana şöyle dedi:
Siz öne geçin. Zira, siz Allah katında benden ve cümleden daha kerimsiniz.
Bunun üzerine ben öne geçtim; Cebrail ardımdan geldi. Altından bir hicaba vâsıl olduk. Cebrail o hicabı tahrik etti; ardından bir ses geldi:
Kimsin?.
Cebrail şöyle dedi:
Cebrailim; Muhammed benimledir.
İçeriden o melek şöyle tekbir getirdi:
Allahü Ekber, Allahü Ekber. (Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.)
Perde arkasından bir ses geldi:
Kulum doğru söyledi; ben, büyüğüm, en büyüğüm.
O melek tekrar şöyle şehadet getirdi:
Eşhedü en lâ ilahe illallah. (Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.)
Yine nida geldi:
Kulum doğru söyledi; benden başka ilah yoktur.
Melek şehadetini tekrarladı:
Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah. (Şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın Resulüdür.)
Yine nida geldi:
Kulum doğru söyledi; Muhammed’i ben Resul olarak gönderdim.
Bundan sonra melek şöyle dedi:
Hayye ales-salât. (Namaza gelin.) Hayye alel-felâh. (Felâha gelin.)
Şu nida geldi:
Kulum doğru söyledi; kullarımı bana ibadete çağırdı. Onları, ben kapıma davet etmiştim. Davetçiye icabet eden kurtulur; felâha kavuştururum.
Bundan sonra melek şöyle dedi:
Allahü Ekber, Allahü Ekber. (Allah en büyüktür, Allah en büyüktür.)
Yine nida geldi:
Kulum doğru söyledi; ben en büyüğüm, ben en büyüğüm.
Melek şöyle dedi:
Allah’tan başka ilah yoktur. (La ilâhe illallah.)
Şu nida geldi:
Kulum doğru söyledi; ilâh yoktur, Allah ancak benim.
Bundan sonra şöyle bir nida işittim:
Ya Muhammed, Allah evvellerin ve âhirlerin üzerine senin şerefini tamamladı.
Cibril’e sordum:
Bu melek kimdir?.
Diye.. şöyle anlattı:
Allah-ü Azimüşşan’a kasem ederim ki, o: Seni Hak peygamber olarak gönderdi. Bu meleği görmedim. Ahvalini de bilmem. Şimdi siz göreceksiniz.
Sordum:
Sen, bundan ileri gitmez misin?. Dost dostunu yolda bırakır mı?.
Şöyle dedi:
Ya Resulellah, her meleğin bir makamı vardır; o makamı aşıp ileri geçemez. Eğer bir parmak ileri geçsem, Allah’ın celâlinden yanarım. Benim makamım sidre-i müntehadır. Kesin olarak, bu ana kadar orayı geçmedim. Ancak, size ikram için izinliyim; buraya kadar getirdim. Bundan ileri gidemem.
Sordum:
Yüce Hak’tan bir hacetin var mıdır ki, Yüce Yaratıcıdan dileyeyim.
Şöyle dedi:
Yüce Hak’tan hacetim şudur ki, Rabbımdan dile: Ümmetine sıratı geçme fermanı verildiği zaman, bana izin ihsan eylesin; kanadımı sıratın üstüne yayayım. Onlara, sıratı selâmetle geçireyim.
Bundan sonra, perde ardından bir melek elini çıkardı; göz açıp kapayacak kadar az zaman içinde perdeyi geçirip önüne koydu.
Resulüllah S.A. efendimiz, bundan sonrasını şöyle anlattı:
O melek, bana şöyle dedi:
Ya Resulellah, ileri geçin; benden önde gidin.
Ve.. az bir zaman içinde inciden bir hicaba götürdü. O hicabı tahrik edince, içeriden:
Kimdir o?.
Diyen bir meleğin sesi geldi. Benimle beraber olan melek şöyle dedi:
Ben, altın hicaba tayin olunan meleğim. Benimle beraber olan da izzet sahibi Rabbın elçisi Muhammed’dir.
İçerideki melek:
Allahü Ekber.
Diyerek elini çıkardı; beni aldı. Göz açıp kapayacak kadar az zaman içinde o hicabı geçirip önüne koydu. Çokça saygı ve tazimde bulundu.
Bu yoldan yetmiş hicabı geçtim. O hicabların her biri bir başka cevherdendi. Her hicaptan öbür hicaba kadar olan mesafe beş yüz yıllık yoldu. Her hicabın kalınlığı dahi beş yüz yıllık yoldu.
Bunları geçtikten sonra yalnız kaldım; o zaman Refref geldi. Bir yeşil döşek şeklinde zahir oldu; bana selâm verdi. Sonra şöyle dedi:
Benim üzerime oturun; sizi ben götüreyim.
Resulüllah S.A. efendimiz mirac gecesi beş şeye bindi.
Onların biri Bürak idi; Kuds-ü Mübareke’ye kadar bindi.
İkincisi Mirac idi; dünya semâsına onunla uruc eyledi.
Üçüncüsü Cebrail’in kanadı idi; hicaba kadar onunla gitti.
Dördüncüsü meleklerdi; hicaptan hicaba onunla gitti.
Beşincisi Refrefti; Allah’ın dilediği yere kadar onunla gitti.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Refrefin üzerine bindiğim zaman beni alıp Kürsî’ye kadar götürdü. Yüce Hak, Kürsî’yi inciden yaratmış; gayet büyüktür. Onun büyüklüğünü hiç kimse vasfedemez.
Kürsî üzerine Yüce Hak Kur’an’da şöyle buyurdu:
Onun Kürsî’si yeri ve semâları aldı.
Müfessirlerin sultanı İbn-i Abbas R.A. tefsirinde şöyle anlattı:
Eğer yedi tabaka yerler ve yedi kat gökler yayılıp birbirine ulansa Kürsî’nin yanında bunlar, büyük sahrada düşürülen küçük bir halka gibi kalırdı.
Kürsî ile Arş arasında yetmiş hicab vardır. O hicablar olmasaydı; Arş’ın nurundan Kürsî’de olan melekler yanardı.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
O hicabları geçtim. Geçtiğim o hicablar arasında tahtlar gördüm. Çeşit çeşit süslü cevherli yaygılarla döşenmişti. Etrafı sarılmış; üzerine de perdeler çekilmişti. Sanırsın ki: Sahibinin gelmesi için hazırlanıp üzeri örtülmüş; sahibi gelince de örtüsünü kaldırıp üzerine oturacak. O perdelere bakanlara sordum:
Bu tahtlarda kimler oturacak?.
Şöyle dedi:
Onlarda ruhlar oturacak.
Sordum:
Hangi peygamberlerin ruhları gelecek?.
Şöyle dedi:
Bunlar, peygamberlerin rütbesine göre değildir; onların rütbeleri çok üstündür. Bu tahtlar, senin ümmetinden iki zümrenin ruhları içindir. Onlar geleceklerdir.
Tekrar sordum:
Onlar kimlerdir?.
Şöyle anlattı:
Bir tanesi şudur: Sana inzal olunan Kur’an-ı Azimüşşan’ın lafızlarını ezberine alır; manasını da bilir; neyi iktiza ediyorsa onunla amel eder. Diğeri ise, şu zümredir: İnsanlar uykuda iken, onlar kalkıp gece namazı kılarlar.
Bu perdelerin arasında gerçekten çok acaip işler, türlü türlü denizler, o denizlerin içinde hayret verici şeyler gördüm. Çeşit çeşit korkunç melekler gördüm. Ki, onları kavramak, onları anlatmak, beşer takatının dışındadır.
O hicapların cümlesini geçip Arş’a ulaştım. Allah-ü Taâlâ Arş’ı yeşil zümrütten yaratmış. Kırmızı yakuttan dört ayağı vardı. (Arş’ın büyüklüğü, Fazail-i Salat bahsinde geçmişti; isteyen oraya bakabilir.) Arş’ın, cümle yaratılmışların sayısı kadar dili vardı; daima o dillerle tesbih okurdu.
Arş’ın ayaklarının her birine bir melek yapışıp tutar; taa, kıyamete kadar. Kıyamet gününde her ayağına ikişer melek yapışır ki: Sekiz melek tutacaklardır. O Arş’ı tutan meleklerin topuklarından ökçelerine kadar olan mesafe, beş yüz yıllık yoldur. Kulakların yumuşağından boyunlarına varıncaya kadar olan aralık beş yüz yıllık yoldur. O Arş’ı taşıyan melekler, Arş’ın şa’şaasından ve nurunun ziyadeliğinden başlarını kaldırıp yukarı bakamazlar.
Arş’ı taşıyan meleklerden biri insan suretinde idi. Bu melek, daima insanların rızıklarının verilmesine ve suçlarının af ve mağfiret olunmasına şefaatle duâ eder. Onlardan bir tanesi de, akbaba suretinde idi. Bu da, kuşların rızıklarının verilmesi için duâ ederdi. Onlardan bir tanesi de, arslan suretinde idi. Yırtıcı canavarların rızıklarının verilmesine duâ ederdi. Onlardan biri de, öküz suretinde idi. Hayvanatın rızıklarının verilmesi için duâ ederdi.
Kürsî, yedi kat gökler ve yerler Arş’ın yanında sema altına asılmış bir kandil kadardı. Arş’ın çevresinde, yetmiş bin saf melaike tekbir ve tehlil okuyarak tavaf ediyorlardı. Bunların arkasında yetmiş bin saf melâike ayakları üzerinde durup tekbir ve tehlil okuyorlardı. Bunların da arkasında yüz bin saf melâike sağ ellerini sol ellerinin üstüne koyup her biri bir başka tesbih okuyordu; birinin tesbihi, diğerine benzemiyordu. Bu meleklerle, arşın arasında yetmiş bin hicap vardı.
Sonra, burada; yeşil zümrütten bir inci tanesi gördüm; onun üzerinde şu satır yazılı idi:
LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMED’ÜR-RESULÜLLAH, EBU BEKR’İN-İS-SIDDÎK VE ÖMER’ÜL-FARUK. (Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın Resulüdür. Ebu Bekir Sıddîk ve Ömer’ül-Faruk.)
Arş’ın, Kürsî’nin kenarından, ayaklarında ve yedi kat gök kapılarının üzerinde:
LA İLÂHE İLLALLAH MUHAMMED’ÜR-RESULÜLLAH (Allah’tan başka ilah yoktur; Muhammed Allah’ın Resulüdür.)
Kelime-i tevhidi yazılmıştı. Bazısında ise.. şu cümle eklenmiştir:
Onu Ali ile teyid ettim.
Arş-ı Azim’e vardığım zaman, büyük işler gördüm.
Arş’tan ağzıma bir damla düştü; öyle tatlı idi ki, ondan daha tatlı bir şey tatmadım. Onu yuttuğum zaman, Yüce Hak bana: Evvellerin ve âhirlerin ilmini ihsan etti; kalbimi nurlandırdı.
Arş’ın nuru beni sardı; o nura gark oldum. O nurdan başka bir şey görmedim. Açıldıkça, her şeyi kalbimle ve gözümle görür gibi oldum. Ardımda olan şeyleri iki omuzum arasından önümde olan şeyleri görür gibi oldum.
Sonra.. bütün bunları geçince bir hale eriştim ki, aslâ melek veya başkasına ait bir ses seda kalmadı. Bu hale erince, bana vahşet arız oldu. O zaman, Ebu Bekr’in sesi gibi bir ses bana şöyle dedi:
Dur ya Muhammed. Rabbın rahmet yağdırıyor.
Bu ses üzerine, o vahşet hali benden tamamen gitti. Kendi kendime şöyle düşündüm. Ebu Bekir burada ne arar?. Acaba benden ileri mi geçti?. Sonra, salat ki dua, manasınadır; Rabbım da duâ etmekten yana münezzehtir.
Bütün bunların manası nedir?.
Diyerek düşündüm.
Burada bilinmesi vacip olan bir husus vardır ki, o da şudur:
Resul-ü Ekrem Nebiyy-i Efgam Seyyid-i Veled-i Beni Âdem Resulüllah S.A. efendimizin oraya gitmesi Rabbını görmek için değildir, çünkü Yüce Hak, mekândan münezzehtir. Resulüllah S.A. efendimizin oraya gitmesi, cümle mahlukatı temaşa edip, Yüce Allah’ın kudretine, azametine, delâlet eden âyetleri görmek içindir. Nitekim Sübhan olan Yüce Hak, Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyurdu:
Gerçekten o, Rabbının âyetlerinden büyük bir kısmını gördü. (53/11)
İsra suresinde ise, şöyle buyurdu:
Ayetlerinizden bir kısmını gösterelim. (17/1)
Bunlardan başka, yine bilinmesi vacib olan bir husus daha var ki, onu da anlatalım. Şöyle ki:
Bu anlatılan büyük şeylerde, mubalağa tevehhüm olunmasın. Çünkü ayet-i kerimede, Âlemlerin Rabbı şöyle buyurdu:
Gerçekten o, Rabbının âyetlerinden büyük bir kısmını gördü. (53/11)
Bir şeyi ki, Âlemlerin Rabbı:
Büyük…
Diye anlatır; onun ne kadar büyük olduğunu var kıyas eyle.
Belki de, Resulüllah S.A. efendimiz gördüklerinin bazılarını, icmal yollu aklımızın erceği kadar beyan etmiştir; çoğunu beyan etmemiştir. Çünkü, onların en büyüklerini vasfetmek mümkün değildir; zira beşer aklı onları anlamaktan yana kusurludur. Bunun için, onları beyan buyurmamıştır. Anla…
Resulüllah S.A. efendimiz anlatmaya devam ediyor; şöyle buyurdu:
Buradan Arş’a vardığım zaman, ayakkabılarımı çıkarmak istedim; Arş bana şöyle dedi:
Ya Habibellah, mübarek ayakkabılarınla bana bas ki; ayakkabılarının toprağına yüz süreyim.
Habib-i Ekrem’in ayakkabılarının üzerimde tozu vardır.
Diyerek iftihar edeyim.
Yine çıkarmak istedim; o zaman, şu hitab-ı izzet geldi:
Habibim, çıkarma ki; Arşım senin ayağının tozu ile müşerref ve mükerrem olsun.
Şöyle niyaz ettim:
Ya Rabbi, Musa Tur dağına münacaata geldiği zaman ona:
Ayakkabılarını çıkar.
Diye hitab edip ayakkabılarını çıkarması için ferman eyledin.
Tekrar bana şu hitap geldi:
Sen benim katımda ondan daha muazzez ve mükerremsin. O benim kelimimdir; sen benim habibimsin. Hele önüne bak, ne görüyorsun.
Baktım, bir derya gördüm. O kadar ki, nihayeti yok. Ucu bucağı görünmez. Bana yakın yerinde bir ağaç var. O ağacın üzerinde de, güvercin kadar bir kuş vardı. O kuş, ağzında mercimek tanesi kadar bir toprak parçası tutuyordu.
Bu nedir?. Bilir misin?.
Diye bana sordu. Şöyle dedim:
En iyi bilen sensin ya Rabbi…
Şöyle buyurdu:
Sen, daima benden ümmetinin günahlarının affını istersin. İşte o derya benim rahmetimin misalidir. O güvercin misali kuş da ümmetinin misalidir; o toprak da onların günahının misalidir. Şimdi, ümmetinin günahları benim rahmetime göre ne kadar küçük, rahmetim ne kadar büyüktür; bunu müşahede ettin. Kalbini mutmin kıl.
Resulüllah S.A. efendimiz, akılların anlamaktan aciz kaldığı:
Sonra yaklaştı; derken sarktı. İki yay kadar; hatta daha yakın oldu. (53/8-9)
Âyet-i kerimesi ile belirtilen sırra mazhar olduğu zaman şu hitab-ı izzet geldi:
Yaklaş, ey halkın hayırlısı; yaklaş, ya Muhammed; yaklaş ki, dost dostu ile baş başa kalsın.
Böylece, mekândan münezzeh; keyf ve keyfiyetten ari; niteliksiz baş gözü ile Resulüllah S.A. efendimiz Sübhan olan Yüce Hakkın cemalini gördü.
Ehl-i sünnet katında tercih edilen kavl budur.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Cemal nimeti ile mükerrem olduğumdan dilime şöyle demek geldi:
ET-TAHİYYATÜ LÎLLAHÎ VES-SALÂVATÜ VET-TAYYÎBA-TÜ. (Lisan ile sena, hamd ve ibadet, beden ile ibadet; mal ile ibadet ancak Allah-ü Azimüşşan’a mahsustur. Hak mabud ancak odur.)
Ben, böyle dedikten sonra, celâl ve ikram sahibi Yüce Allah şöyle buyurdu:
ES-SELÂMÜ ALEYKE EYYÜHA’N-NEBÎYYÜ VE RAHMETUL-LAHİ VE BEREKÂTÜHU. (Selâm sana Ey Peygamber. Yani: Dünya ve âhiretin cümle azaplarından ve kötülüklerinden dehşet ve şiddetlerinden selâmette ol, ey şanlı peygamber. Allah’ın rahmeti ve bereketleri de sana..)
Bu şekilde bana has bir selâm verdi; buna karşılık şöyle dedim:
ES-SELÂMÜ ALEYNA. VE ÂLÂ İBADlLLAH’İS-SALÎHÎN. (O selâma icabet ve kabul ettiğimizden, dünyanın ve âhiretin selâmeti bizlere olsun. Yani: Bütün peygamberlere.. Sonra, salih kullara olsun. Ki: Salih kullar Muhammed ümmetinin adıdır. Bu manaya göre: Selâm ümmetimin de üzerine olsun. Demektir.)
Cebrail bu sırdan haberdar oldu; bulunduğu makamdan şöyle şehadet etti:
EŞHEDÜ EN LA İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDÜHU VE RESULÜH. (Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur; yine şehadet ederim ki, Muhammed onun kulu ve resulüdür.)
Bundan sonra, izzet sahibi Yüce Allah bana şöyle sordu:
Ya Muhammed, sema ehli hangi amelin işlenmesini temenni ve arzu ederler, bilir misin?.
Şöyle dedim:
Bilmem ey Rabbım, her şeyi sen bilirsin. Gaybleri de yine sen bilirsin.
Tekrar izzet sahibi Rabbım şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, mele-i âlâ hangi ameli işlemeyi arzu ve temenni eder, bilir misin?.
Şöyle dedim:
Bilmem ey Rabbım, onu ve herşeyi ancak sen bilirsin. Çünkü sen, gaybîeri bilensin.
Bundan sonra, lütfunu, keremini, fazlını, ihsanını verip her şeyi keremi ile öğretti. Cümle ilimlere vâsıl eyledi. Tekrar sordu:
Mele-i âlâ hangi ameli işlemek ister bilir misin?.
Şöyle dedim:
Günahlara kefaret olan ve onları kapatan amelleri, cennetteki dereceleri yükselten amellerin işlenmesini isterler.
İzzet sahibi Rabbım sordu:
Günahlara kefaret olan ameller nedir?.
Şöyle dedim:
Soğuk günlerde soğuk su ile abdest alıp azalarını tam yıkamak, cemaatle namaz kılmaya ayakları ile yürüyüp gitmek, bir namazı kıldıktan sonra, öbür namazı beklemek, (yani: Vakit yaklaştı mı diyerek hazırlanmak), bu üç amel günahlara kefarettir. Her kim bu üç ameli işlerse, o kimse, hayırla ömür sürüp gider; daima hayır içinde olur. Anasından doğduğu günkü gibi günahlarından temizlenir.
Son iki cümleye verilen mana, cümîe-i hayriye olduğu düşünülerek verilen manadır. Ama inşaiye ve duâiye de olabilir; o zaman da mana şöyle olabilir:
Her kim bu üç ameli işlerse, rica ve niyazım odur ki, o kimse hayırla ömür sürüp geçinsin. Daima hayır içinde olsun. Anasından doğduğu günkü gibi günahlarından yana temiz pak olsun.
Resulullah S.A.V efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
İzzet sahibi Rabbım-tekrar sordu:
Cennette dereceleri âli kılan amel nedir?.
Şöyle dedim:
Misafire ve halka yemek yedirmek, rasgeldiği mümine selâm vermek, gece insanlar uyurken kalkıp namaz kılmak.. bu üç amel, cennette dereceleri âli kılar.
Bundan sonra, sübhan olan Yüce Hak, bana tekrar şöyle buyurdu:
Söyle, ya Muhammed.
Ne söyleyeyim?. Ya Rabbi.
Dedim, Yüce Hak şöyle buyurdu:
Şu duayı oku: Allahım, senden iyiliklere dair amel işlemeyi, kötülükleri terki istiyorum. Bir kavme azab edeceksen, ben de onların arasındaysam, azaba uğramadan beni zatına al.
Server-i Alem Seyyid-i Veled-i Beniâdem Resulüllah S.A.V efendimiz yakınlık makamına nail olup cemal müşahedesine erdi. izzet sahibi Rabbın kelâmını duyarak ilmelyakin derecesinden aynelyakine ulaştı Gaybî imanı şuhuda dayalı bir imana çevrildi. Sübhan olan Yüce Hak, bu mânayı Resulüllah S.A.V efendimize haber verip şöyle buyurdu:
Rabbından, kendisine gelene Resul iman etti. (2/285)
Burada:
Resul.
Lafzından murad, Resulüllah S.A. efendimizdir.
Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
Üstteki âyet-i celile üzerine şöyle dedim:
Evet ya Rabbi, cümle inzal olunanlara iman ettim.
Yüce Hak şöyle sordu:
Başka kim iman etti?.
Şöyle dedim:
Bütün müminler şanı büyük Allah’a iman etti. (2/285)
Yüce Hak tekrar sordu:
Başka kime iman ettiler?.
Şöyle dedim:
Allah’ın meleklerine, kitaplarına ve resullerine. Allah’ın resulleri arasında hiç bir fark gözetmeyiz; cümlesini tasdik ederiz.
Yüce Hak şöyle buyurdu:
Müminler, inzal olunanlara ve Rabbın kitabında olan emirlere ne dediler?.
Duyduk iman getirip itaat ettik. (2/285)
Dediler ya Rabbi. Dedim. Yüce Hak şöyle buyurdu:
Doğru söyledin ya Muhammed, onlar benim kitabımı dinleyip emrime itaat ederler. Şimdi ne muradın varsa, iste; verilir.
Şöyle dedim:
Rabbımız, affını mağfiretini isteriz; sonunda senin huzuruna varacağız. Af ve mağfiret ederek huzuruna pak ilet. (2/285)
Bunun üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Seni ve ümmetini bağışladım.
Sonra, Yüce Hak azamet ve celâli ile şöyle buyurdu:
Allah, hiç bir nefse gücünden fazlasını teklif etmez; ancak gücü yettiği kadarını ona emreder. Bu meyanda, yaptığı bir iyilik olursa; kendi yararınadır. Yapacağı masiyet misilli şeyler ise, kendi zararınadır. (2/286)
Bundan sonra, Yüce Hak şöyle buyurdu:
Bu gece ata (ihsan-bahşiş) gecesidir. Ya Muhammed, ne muradın varsa iste; verilsin.
Şöyle dedim:
Rabbımız, hata, nisyan olarak bizden vaki şeylerle bizi muahaze etmez. (2/286)
Yüce Hak şöyle buyurdu:
Senden ve ümmetinden hata ve nisyan olarak vaki günahları bağışladım; af ettim. Kendilerine zorla yaptırılan günahlarını da affettim.
Sonra şöyle buyurdu:
Tekrar iste; verilecektir.
Şöyle dedim:
Rabbımız, bizden evvel gelen ümmetlere yüklediğin ağır yükleri bize de yükleme. (2/286)
Bizim şeriatımızı sair ümmetlerin şeriatları gibi zor ve güçlü eyleme.
Resulüllah S.A.V efendimiz şunu anlatmak istiyor:
Geçmiş ümmetlerin üzerlerine yüklenen ağır amelleri bize de emretme.
O ameller: Mallarının dörtte birini zekât vermek, elbiselerine murdar bir şey bulaşınca, o bulaşık yeri kesmek, irtikâb ettikleri günahın cezasını tezden vermek ve benzeri cezalar…
Meselâ: Onlar bir günah işledikleri zaman, tayyibattan bir şey onlara helâl olduğu halde, irtikâb ettikleri günah dolayısı ile, ceza olarak o şey haram olurdu. Sonra onlar, bir masiyet irtikâb ettikleri zaman maymun ve hınzır şekline döner değişirlerdi. Geceleri bir günah işledikleri zaman, ya alınlarına yahut kapılarının üzerine o günahları yazılırdı.
Şöyleki: Gece bu adam bir günah işledi: bunun cezası kendisini öldürmektir. Yahut onun cezası şunlardır: Kendisini ateşte yakmak, falan azasını kesmek.. Bu şekilde onların yaptıkları hatalar açıklanır; dolayısı ile rüsvay olurlardı. Yine onlar, kiliselerinden başka bir yerde namaz kılamazlardı; caiz değildi. Oruç tutacakları gece, yatsıdan sonra yemek ve ehlinin yanıma varmak haramdı.
Resulüllah S.A.V efendimizin anlattıklarına devam edelim:
İşte, bunlar gibi cümle güçlükleri bize de yükleme. Diyerek niyaz eyledim. Bunun üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Sana ve ümmetine kolaylık ihs’an eyledim; bu güçlükleri yüklemem. Başka iste; verilsin.
Şöyle dedim:
Rabbımız, gücümüzün yetmeyeceği şeyleri bize yükleme. (2/ 286) (Yani: Belâları ve ağır işleri..)
Şöyle buyurdu:
Sana ve ümmetine böyle güçleri yetmeyeceği şeyleri, ağır işleri, meşakkatleri yüklemem. Başka iste; verilecektir.
Şöyle dedim:
Bizi affet. (2/286)
Şöyle buyurdu:
Senin ve ümmetinin günahlarını affettim.
Bizi bağışla. (2/286)
Yüce Hak şöyle buyurdu:
Seni ve ümmetini mağfiret eyledim.
Bir rivayete göre:
Resulüllah S.A. efendimiz masiyetleri tek tek sarahaten anlatıp onlardan ümmeti için mağfiret dilemiştir. Her istediği için de Yüce Hak:
Bağışladım.
Buyurdu.
Resulüllah S.A. efendimiz şöyle devam etti:
Sonra şöyle dedim:
Bize merhametinle muamele eyle. (2/286)
Bunun üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Merhamet eyledim.
Daha sonra:
Sen velimizsin, yardımcımızsın. (2/286)
Dedim; Yüce Hak şöyle buyurdu:
Cümle müminlerin velisi Allah-ü Azimüşşandır; kâfirlerin mevlâsı yoktur.
Sonra şöyle dedim:
Küffar kavme karşı bize yardım eyle. (2/286)
Yüce Hak şöyle buyurdu:
Seni ve ümmetini taa, kıyamete kadar küffar kavme karşı galip ve muzaffer eyledim.
Bundan sonra, Yüce Hak şöyle buyurdu:
Habibim, bunlardan başka her ne dileğin varsa, iste; verilsin.
Şöyle dedim:
Ya Rabbi, İbrahim’i kendine halil eyledin. Musa ile, vasıtasız kelâm eyledin. Davud’a büyük bir mülk verdin; demiri onun elinde mum gibi erittin, yumuşattın; dağları taşları ve kuşları onun emrine müsahhar eyledin; onunla beraber tesbih eder oldular, İdris’i yüce mekâna yüselttin. Süleyman’a öyle büyük bir mülk verdin ki, o mülk kendisinden sonra hiç kimseye lâyık ve münasip olmaz. Ve ona, insanları, cinleri, şeytanları, vahşî hayvanları, kuşları, rüzgârı müsahhar eyledin. Keza ona kuşların ve hayvanların dillerini bildirdin. İsa’ya Tevrat’ı ve İncil’i öğrettin. Onun duası ile, gözsüzlere göz, dertlilere derman, hastalara şifa ihsan eyledin; ölüleri dirilttin; kendisini ve anasını şeytanın mekrinden emin kılıp korudun. Bunların mukabili olarak bana ne ihsan eylersin?.
Yüce Hak, azamet ve celâli ile şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, seni kendime habib ettim; İbrahim’i halil ettiğim gibi.. Allah’ın habibi halilden daha faziletlidir.
Seni hem cemalimle müşerref ettim; hem de vasıtasız söyleştim; Musa’yla söyleştiğim gibi…
Sana Fatiha suresini ve Bakara suresinin âhirini verdim; bu ikisi benim Arş’ımın hazinelerindendi. Senden evvel gelen peygambere vermedim; sana ve senin ümmetine verdim.
Seni yer ehlinin cümlesine; cinnine, insanına, beyazına, siyahına hemen hepsine resul peygamber gönderdim. Senden evvel hiç bir peygamberi bu şekilde cümleye peygamber göndermedim.
Yerin cümlesini ümmetine temizleyici kıldım. Su bulduğunuz ve takatiniz yettiği kadar abdest alınız; gusül ediniz. Su bulamazsanız, yahut takatiniz yetmezse, guslün ve abdestin yerine teyemmüm ederek temizlenin.
Bütün yeri mescid kıldım; nerede bulunursanız, namazınızı kılın, ibadetinizi yapın.
Düşmandan aldığınız ganimet mallarını sarfa ve ümmetine helâl eyledim; kullanın. Bunu, evvel gelen hiç bir peygambere ve ümmetine helâl etmedim.
Seninle düşmanın arasında bir aylık yol varken, o düşmanların kalbine korku koymak sureti ile sana yardım eyledim.
Sana dilediğine şefaat izni verdim.
Cümle kitapların seyyidi ve ulusu olan Kur’an-ı Azimüşşan’ı sana inzal eyledim.
Senin sineni yardım; senden günahı giderdim.
Senin zikrini yükselttim; ben her nerede anılsam, sen de benimle beraber anılırsın.
Seni yetim bulup korudum ve terbiye etmedim mi? Sen yolu kaybettiğinde, sana yolu buldurmadım mı?. Seni muhtaç bulduğumda, zengin etmedim mi?.
Allah-ü Taâlâ bana öyle buyurdukça ben şöyle diyordum:
Evet ya Rabbi, bu büyük nimetlerin hepsi ile bana in’am, ihsan, lütuf ve kerem eyledin.
Sonra, Yüce Hak şöyle buyurdu:
Ümmetin arasında bir cemaat kıldım; onların kalbleri Kur’an’ın mahalli ve karargâhıdır. (Yani: Onun ezber edilmesini kolay ederim. Onlar da Kur’an’ı ezber edip cümlesini ezbere okurlar.) Senden evvel gelen peygamberlerin ümmetleri peygamberine gelen kitabı ezber edemezlerdi; bu nimeti ancak senin ümmetine ihsan eyledim. Senin ümmetini cümle ümmetlerden hayırlı kıldım. Senin ümmetini orta ümmet, âdil ümmet kıldım.
Seni cümleden evvel yarattım. Peygamber gönderilmekte, cümlenin sonuncusu kıldım.
Seni cümle mahluka fatih, cümle enbiyaya hatim kıldım.
Sana Kevser havzını verdim; sana sehimler ihsan eyledim. Ki bu sehimler sekiz tanedir. Şunlardır: İslâm, hicret, cihad, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucu tutmak, emr-i maruf, nehy-i münker.
Bundan sonra, şöyle sordum:
Ya Rabbi, cümle mahluku geçtikten sonra bana bir vahşet geldi. O zaman, Ebu Bekir’in şivesi ve onun sesi gibi bir sesle şöyle dendi.
Ya Muhammed hele biraz dur. Yüce ALLAH tarafından rahmet yağdırılmaktadır.
Bunu işitince, iki şeye hayret ettim.
Biri şu ki: Ebu Bekir beni geçip daha evvel mi geldi?.
İkincisi şudur ki: Benim Rabbımın namaza ihtiyacı yoktur. O halde: Namaz kılıyor. (Salât ediyor.) Cümlesinden murad nedir?.
Bunun üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Benim bir kimseye salât etmeye ihtiyacım yoktur. Sana inzal eylediğim kelâmımda gelen;
O, size salât eder; keza melekleri de.. Ta ki, sizi zulmetten nura çıkara. Müminlere karşı merhamet sahibidir. (33/43)
Âyeti oku. O kelâmımdan anlarsın ki, benden olan salattan murad: Sana ve ümmetine rahmettir.
Ya Muhammed, Ebu Bekir’in durumuna gelince, şudur: Kardeşin Musa peygamberin daima ünsiyeti asası ileydi. Bunun için Tur dağında münacaatı sırasında kendisine dehşet hali arız olunca, ona hitap edip:
Elindeki nedir ya Musa?.
Dedim; Musa bana şöyle dedi:
Asamdır.
Bu asanın adını anınca, vahşeti ve dehşeti, münacaatın heybeti zail oldu. Bu vaziyette sen de Musa gibisin ya Muhammed. Senin ünsiyetin dünyada ve âhirette Ebu Bekir iledir. Sana dehşet ve vahşet geldiği zaman, Ebu Bekir suretinde bir melek yarattık. Onun şivesi, sesi ile sana nida ettirdik. Ta ki, onun sesini işittiğin zaman onunla ünsiyet edesin. Vahşetin ve dehşetin tamamen gide. Vahyin azameti, ilâhî heybet dilediğini istemekten seni almaya.. Hatta o ünsiyetin sebebi ile, konuşmaya liyakat hâsıl ola; dehşetin tamamen gide…
Ben azametimle zatımı acizlikten ve tüm noksanlardan tenzih ederim. Rahmetim gazabımı geçti. (Yani: Rahmet nişanlarım, gazap nişanlarımdan çok çoktur.) Dilediğini söyle, tüm hacetlerini ve muradını arz eyle.
Bundan sonra, Yüce Hak şöyle buyurdu:
Hani Cebrail’in sana arzettiği haceti?.
Şöyle dedim:
Ya Rabbi, sen bilirsin; söylemeğe hacet yok. Kerem ve ihsan senindir.
Bunun üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Onun arzusunu kabul ettim; istediğini verdim. Kıyamet günü ümmetin sıratı geçmeyi istediği zaman, kanadını tutup kolaylıkla geçirsin. Ancak, seni ve senin ashabını seven ümmetini geçirsin; bunun için izin verdim.
Şöyle dedim:
Ya Rabbi, sen benden evvel gelen ümmetlere türlü azaplar eyledin. Bazısının üzerine taşlar yağdırdın; helak eyledin. Bazılarını da suda boğdun. Bazılarını Cebrail’in sayhası ile helak eyledin. Bazılarını yere geçirdin. Bazılarının üzerine ateşler yağdırıp helak eyledin. Bazılarını şiddetli kasırga ile helak eyledin. Bazılarının vücutlarını hınzır ve maymun şekline çevirdin; öyte helak eyledin. Ya Rabbi, benim ümmetime benden sonra neler edeceksin?.
Merhametliler merhametlisi keremliler keremlisi âlemlerin Rabbi şanı büyük Yüce Zat, azamet ve celâli ile şöyle buyurdu:
Onların üzerine azap indirdim; ama senin ümmetine daima rahmet indiririm. Onları hınzır ve maymun şekline çevirdim; ama senin ümmetinin seyyiatını hasenata tebdil ederim. Onların fasıklarına tevbe ihsan eder; iyi hale çeviririm. Kötü huylardan kurtarır; iyi huylara sahip ederim. Onları anlayışsızlıktan halâs eder; hallerini ilim ve kemale çeviririm. Ümmetinden her kim bana tazarru niyaz edip beni anarak:
Ey Rabbim.
Derse.. Şanı yüce ben:
Kulum, ne istiyorsan söyle; yaratayım.
Derim. Ümmetin için sana şefaat izni veririm. Seni ümmetine şefaat edici kılarım. Cümle şefaatini kabul ederim.
Daha sonra şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, senin ümmetinin mallarını çoğaltmadım; ta ki hesapları uzun olmaya.. Ümmetinin vücutlarını büyük yaratmadım; ta ki, dünyada yiyeceğe, içeceğe ve giyeceğe ihtiyaçları az ola. Ömürlerini uzun etmedim; ta ki, uzun ömre aldanıp kalbleri kararmaya.. Bir de, daima ölümü düşünüp ölümden sonrası için hazırlık göreler. Onlara ani ölüm vermedim; ölüm için hastalıkları sebep eyledim. Ta ki, gaflete dalıp gittikleri sırada, ani ölüme uğramayalar. Hastalık geldiği zaman, günahlarına tevbe edeler, borçlarını ödeyeler; kusurlarını ve eksiklerini tamam edeler. Vasiyetlerini de yapalar. Onları tüm ümmetlerden sonra dünyaya getirdim, ta ki kabirlerinde tutulup kalmaları az ola. Ancak ümmetler tamam oluncaya kadar duralar. Ümmet tamam olunca da, salınalar; cennet nimeti ile kereme nail olalar.
Sübhan olan Yüce Hak, bundan sonra şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, senin ümmetin bazan bana muti olur; bazan da asi olurlar.
Onların bana taatları rızamladır. Benim rızamla olan amellerini kabul ederim. İçinde bulunan kusurlarını da affedip bol ecir ihsan ederim. Ben kerimim; onlara keremimle muamele ederim. Onların isyanları benim kazamladır; o ezelî kazamla olduğu için, onların isyanlarını bağışlarım. Ben rahimim; onlara rahmetimle muamele ederim.
Sübhan olan Yüce Hak şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, ümmetine söyle;
Yüce Hak size şöyle buyurdu:
Bir kimseyi, size in’am ihsan, iyilik ettiğinden dolayı sevecekseniz, ben azimüşşan cümleden daha fazla sevilmeye lâyıkım. Sizi yoktan var eyleyip bu şekilde latif cisim, güzel aza ve hesaba gelmeyen türlü türlü nimetlerimle kesintisiz size in’am ve ihsan ederim. Bir an yoktur ki, o anda size yeni nimetlerim verilmeye… Şimdi beni cümleden ziyade sevip emrime itaat, fermanıma muti ve münkad olmalısınız.
Size tekrar şöyle buyurdu:
Sema ve yer ehlinin birinden korkacaksanız, korkulmağa ben azimüşşan cümleden daha lâyıkım. Çünkü her şeye gücüm yeter Azabım şiddetlidir. Hiç bir kimse kaçmak, saklanmak için, yahut kendisine bir başkası sahip çıkmak sureti ile benden kaçıp kurtulmağa güçlü değildir. Durum böyle olunca, daima benden çekinip aykırı hareketten sakının.
Yüce Hak size tekrar şöyle buyurdu:
Bir kimseden, bir şeyi isteyeceksiniz, istenmeğe ben cümleden daha lâyıkım. Çünkü, cümle hacatı kabul, cümle muradı ihsan eden ancak benim.
Size tekrar şöyle buyurdu:
Bir kimseye cefa ettiğinizden dolayı utanıp haya edecekseniz, benden utanın utanılmaya cümleden daha lâyıkım. Çünkü, sizi yoktan var ettim. Bu ana kadar size çeşit çeşit nimetlerle in’am ve ihsan ettim. Türlü belâlardan da halâs ettim. Ben bunu yaparken, siz üstün emirlerimi terk edip yasak ettiklerimi irtikâb edersiniz. Durum böyle olunca, benden utanın; yasak ettiğim işlerden kaçının. Emirlerimi yerine getirin.
Size tekrar şöyle buyurdu:
Bir kimseyi nefsiniz ve malınız için seçip tercih edecekseniz, seçilip tercih edilmeğe ben cümleden daha lâyıkım. Çünkü, halikınız, razikınız ve mabudunuz ancak ben azimüşşanım. Durum böyle olunca, malen ve bedenen daima bana kulluk ve ibadette olun.
İşte., bütün bunları sizin için:
Ümmetine tebliğ et.
Diyerek bana emir buyurdu. Ayrıca Hak Taâlâ ümmetimden şikâyet etti.
O şikâyet ettiği şeylerden birini şöyle anlattı:
Ben, onlardan peşin amel istemem; her ameli vakti vaktine isterim. Onlara gelince, rızıklarını benden peşin isterler. Hatta nice yıllık rızıklarını ihsan etmiş iken, ona kanaat etmeyip onu yiyecek bitirecek kadar ömürleri olduğunu bilmezler. Hal böyle iken, yine dünyaya karşı haris olup:
Geçinecek şeyim yoktur.
Diyerek sızlanırlar; daha fazlasını talep ederler. Acaba uçan kuşları görmezler mi?. Kışlarda bütün âlemi kar bürümüş iken, sahrada yaşayan kuşlar sabah olunca yuvasından kursağı boş olarak çıkar; akşam yuvasına döndüğü zaman kursağı doludur. Ümmetin bunu görüp ibret almaz mı? Bütün çevre kar dolu ve hiç bir kara yer yok iken onlara rızıklarını veren bizim de rızkımızı ihsan eder, diye neden ümmetin rızıklarına olan tekeffülüme itimad etmezler.
İkinci bir şikâyeti için de şöyle buyurdu:
Ben, onların rızıklarını başkasına vermem; halbuki onlar başkasına amel işlerler. (Yani: Riyakârlık edip gösteriş yaparlar.)
Üçüncü şikâyeti için şöyle buyurdu:
Onlar benim rızkımı yerler; benden başkasına şükür ederler. Meselâ:
Bağımdan bu kadar üzüm hâsıl oldu; tarlamdan şu kadar mahsûl hâsıl oldu; ticaretimden şu kadar kazanç elde ettim.
Derler. Halbuki, o üzümü bitiren, mahsulü veren, ticaretten fayda ihsan eden benim. Niçin beni anıp:
Bağımdan şu kadar üzüm, şu kadar mahsul, ticaretimden şu kadar fayda ihsan eyledi.
Demezler?. Nedendir bu gafletleri, utanmazlar mı?.
Dördüncü şikâyeti için şöyle buyurdu:
Cümle izzet bendendir. Dünyada kabirde ve âhirette cümle izzeti veren ben azimüşşanım. Halbuki onlar izzeti başkasından isterler. Yani:
Bir mansıp sahibi olaydım, malım çok olaydı.
Diyerek, izzeti maldan ve makamdan talep ederler. Halbuki onlar fanidir. Ölüm geldiği zaman, hiç biri ile bağlantı kalmaz. Böyle izzet mi olur?. Onlar bana itaat etsinler, ben onları iki cihanda aziz ve muhterem ederim.
Beşinci şikâyet olarak şöyle buyurdu:
Ben, cehennemi kâfirler için yarattım. Halbuki onlar, daima kendilerini ceheneme atacak işleri yaparlar.
Bu şikâyeti üzerine şöyle dedim:
Ya Rabbi, kelâmın haktır. Ümmetim bu buyurduklarının hepsini irtikâp ederler. Sen azimüşşan ayıpları örten ve günahları bağışlayan Gani Kerim ve Rauf ve Rahim’sin. Sırf lütuf ve inayetinle onların suçlarını affet. Ayıplarını ört. Cürüm ve günahlarını fazlınla, ihsanınla bağışla. Geniş rahmetinle onları, çeşitli bahşiş, kerem, nimet ve lütuflarınla rahmetine nail edip cennetine ulaştır.
Bu niyazım üzerine Yüce Hak şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, eğer ümmetin günah işlemez olsaydı; günah işleyen bir ümmet yaratırdım. Ta ki, onları af ve mağfiret edip affedici bağışlayıcı olduğumu aşikâr edeyim.
Ya Muhammed, sen benim habibimsin, kulumsun. Cümle mahluku senin için yarattım. Ümmetin günahları için rahmet denizimi hazırladım.
Ya Muhammed, sen üstün şanına, yüce makamına nazar eyle. Seni cemalimle, müşerref ve mükerrem eyledim. Vasıtasız olarak, seninle benim aramda tercüman olmadan seni kelâmımla mükerrem eyledim. Senin için makbul olanlar benim için de makbuldür. Senin için merdud olanlar, benim için de merduddur.
Sonra şöyle buyurdu:
Hakikat şu ki, sen cennete cümle enbiyadan evvel gireceksin. Sen cennete girmeyince, hiç bir peygamber girmez. Ümmetin ise, cümle ümmetlerden evvel cennete girecektir. Ümmetin cennete girmedikçe, hiç bir ümmet cennete giremez.
Sonra şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, senin ümmetinden üç bölüğün bir bölüğünü sana bağışladım. Baki kalan bir bölüğünü de kıyamette bağışlarım. Ta ki, benim katımda, senin kadrin ve kıymetin mahşer günü cümle mahluka açık görüne…
Bundan sonra, Yüce Hak bana nice büyük işlerin hükmünü verdi. Ama o işleri size haber vermeğe izin vermedi.
Ümmetime bir gün ve bir gecede elli vakit namaz kılmak ve cenabetten sonra, yedi kere gusül etmek, elbiseye necaset bulaştığı zaman yedi kere yıkamak farz kılındı. Yüce Hak, bunları emir buyurduğu zaman, şöyle emretti:
Bunları, ümmetine benim namıma tebliğ et.
Ben, şöyle dedim:
Ya Rabbi, her yoldan dönen, cemaatına bir hediye götürür; ümmetime bir hediye ihsan eyle, götüreyim.
Bunun üzerine, sübhan olan Yüce Hak şöyle buyurdu:
Ümmetine tuhfenin biri şudur: Onlar dünyada oldukları süre, onların yardımcısı benim. Belâlardan ve günahlardan korurum. Hayır işlere muvaffak ederim. Çeşitli nimetlerimi ihsan ederim. Dua ettikleri zaman, dualarını kabul ederim; korktuklarından kurtarır, muradlarını da ihsan ederim.
Ümmetine tuhfenin (hediyenin) biri de şudur: Ömürlerinin sonu geldiği zaman, onların yardımcıları benim. Şeytanın mekrinden korurum. Cennetle müjdeler, oradaki makamlarını gösteririm. Son nefeslerini vermeyi kolay ederim; âhirete iman selâmeti ile göçürürüm.
Ümmetine olan tuhfenin biri de şudur: Onlar kabirlerine girdikleri zaman, yardımcıları ancak benim. Kabir karanlığından ve darlığından onları halâs ederim. Kabirlerini nurlandırır, geniş ederim. Münker Nekirin suallerine cevap vermeyi kolay ederim. Kabirlerini de cennet bahçelerinden bir bahçe ederim.
Ümmetine olan hediyenin biri de şudur: Onlar kabirlerinden kalktıkları zaman, onların yardımcıları ancak benim. Yüz aklığı ile kaldırıp cennet hülleleri giydiririm. Bineklerine bindirir; çevrelerindeki meleklerle izzet ikram ederek mahşere getiririm. Mahşerin dehşetinden emin ederim. Senin sancağın altına koyar; havzından içiririm. Arşın gölgesi altında in’am eylediğim nebiler, resuller, sıddıklar, şehidler, salihler ile hemdem ve refik ederim. Çeşitli cennet nimetleri ile nimete erdirdikten sonra, kitaplarını sağ ellerine ihsan ederim. Hesaplarını kolay, mizanlarını ağır ederim. Sıratı kolay ve selâmet ile geçirip fazilet lütuf ile üstün cennetime koyarım.
Habib-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Muhammed S.A.V hürmetine ihsan olunan bu tuhfelerin cümlesi ile; Allah-ü Taâlâ bizleri mesrur eylesin.
Amin! Ey âlemlerin Rabbı, ey merhametliler merhametlisi…
Resulüllah S.A.V efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Sübhan olan Yüce Hak şöyle buyurdu:
Ya Muhammed, benim katımda sen, cümle yaratılmışlardan daha kereme nailsin. Kıyamet günü sana o kadar ikram edeceğim ki, cümle âlem hayret içinde kalacak.
Ya Muhammed, ister misin ki, ümmetin için neler hazırladığımı göresin.
İsterim ya Rabbi.
Dedim, şöyle buyurdu:
Kulum elçim eminim Cebrail sana göstersin.
Oradan döner dönmez, refret göründü. Refretin üzerine oturdum; beni aşağı götürdü. Sidre-i Müntaha’ya kadar indim. Beni orada Cebrail karşıladı; şöyle dedi:
Sana müjde ya Resulellah. Sen cümle mahlukun hayırlısı ve cümle nebilerin ve resullerin seçilmiş çıkarılmışısın. Yüce Hak, mahlukattan birine, nebilerden resullerden birine, mukarreb meleklerden birine etmediği tahiyyeti ve tazimi yaptı.
Bundan sonra Cebrail bana şöyle dedi:
Buyurun size cenneti göstereyim.
Sonra, beni alıp cennete götürdü. Cennetin kapısına şunların yazıldığını gördüm:
Sadakanın birine on sevap verilir.
Borç verenin birine on sekiz sevap verilir.
Cebrail’e şöyle sordum:
Sadakanın birine on sevap, borcun birine on sekiz sevap verilmesinin sırrı ve hikmeti nedir?.
Şöyle anlattı:
Ya Resulellah, sadaka bazan muhtaç olana düşer; bazan da muhtaç olmayana… Ama borç böyle olmaz; o mutlaka lâyık olana verilir.
Cennetin kapısının üst çıkıntılı kısmında şu üç satır yazılı idi:
LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH. (Allah’tan başka ilân yoktur, Muhammed Allah’ın Resulüdür.)
Önce gönderdiğimizi burada bulduk; yediğimiz yanımıza kâr kaldı; geriye bıraktığımızı kaybettik.
Günahkâr kullar; bağışlayıcı Yüce Rabb.
İkinci satırın kısaca açıklaması şudur:
Şu mallarımız ki, biz onları hayırlı yerlere harcadık, fakirlere, zaiflere sadaka olarak verdik; onu bugün burada hazır bulduk. Şu mallarımız ki, onu yiyip bitirdik; bunun faydasını gördük. Şu mallarımız ki, onu da ölünce geride bıraktık; bunda da aldandık ve ziyan ettik.
Üçüncü satırın şerhi ise şöyledir:
Muhammed S.A.V ümmeti büyük ve çokça günah işlerler. Onları hidayet nuruna irşad etmek sureti ile pürnur edip, Resulüllah’ın S.A. ümmetlik bölüğüne koydu. Böylece, nur üstü nur saadetine mazhar eden Yüce Rabbımız tam manası ile bağışlayıcıdır. Onların küçük, büyük, gizli ve aşikâr, bilerek ve bilmeyerek irtikâb ettikleri cürüm ve günahlarını, ayıp ve zenblerini af mağfiret edip sırf lütuf, kerem, fazıl velayeti ile meccanen umumî rahmetine nail eder; üstün cennetlerine koyar. Cümle nimetlerin en azizi ve en lezizi büyük rızasına kavuşturur. Bütün bunlarla, Ümmet-i Muhammed’i sair ümmetlerden daha faziletli kılmış olur.
Nitekim bu manalarda Allah-ü Taâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurdu:
Ey kendi aleyhlerine haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü, Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz o, çok bağışlayandır; çok merhametlidir. (39/53)
Bir başka âyet-i kerimede ise şöyle buyurdu:
Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder; kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. Allah’a inanıyorsunuz; ehl-i kitap da inansaydı, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler var; ama, pek çoğu fasiklerdir. (3/10)
Bütün bu âyetlerde anlatılan mana, Ümmet-i Muhammed’e büyük bir müjdedir.
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim; şöyle buyurdu:
Cennetin kapısı kızıl altındandı. Her kanadının kalınlığı beş yüz yıllık yoldu. O kapının dört yüz çivisi (veya direği – sütunu) vardı: İnciden, lâalden, yakuttan, zümrütten idi. Her çivinin ortasında bir büyük halka vardı. Bu halka, kırmızı yakuttandı; gayetle büyüktü. İçinde kırk bin şehir vardı; her şehrin içinde de, kırk bin kubbe vardı. Her kubbenin içinde ise, kırk bin melek oturmuştu. Bu melekler ellerinde ikişer tabak tutuyorlardı; biri hülle, biri de nur dolu idi. Bunları Cebrail’den sordum, bana şöyle dedi:
Ya Resulellah, bunlar Âdem’den seksen bin sene evvel yaratıldı. Bu makamda ellerinde tabaklar böylece beklerler; sırf sana ve ümmetine niyaz etmek için… Kıyamet günü, izzet ve saadetle ümmetinle teşrif buyurduğun, buranın eşiğine kadem bastığın zaman, bu melekler hoşgeldin ve izzet ikram babında bu tabaklardakileri saçarlar.
Bundan sonra, Cebrail, cennetin kapısını tahrik etti. Cennetin hazinedarı olan Rıdvan:
Kimdir?.
Diye sordu.
Cebrailim.
Deyince, tekrar sordu:
Ya seninle beraber olan kimdir?.
Muhammed’dir.
Deyince, tekrar sordu:
Onun peygamberlik zamanı geldi mi?.
Onun bu sorusuna da Cebrail:
Evet, geldi.
Deyince:
Allah’a hamd olsun.
Deyip kapıyı açtı. Gördüm ki, kapının bentleri gümüşten, eşiği inciden, çerçeveleri de cevahirden… İçeri girince Rıdvan’ı gördüm, işlemeli bir taht üzerine oturmuştu. Melekler de, çevresinde el bağlayıp durmuşlardı. Bana tazim tekrim ettiler. Selâm verdim; karşılığını verdi ve bana sevinçli göründü; müjdeledi:
Cennet ehlinin pek çoğu senin ümmetindendir.
Dedim ki:
Bana ümmetimden haber ver.
Şöyle dedi:
Yüce Hak, cenneti üç kısma ayırdı, ikisini senin ümmetine birini de sair ümmetlere verdi.
Rıdvan’ın önünde, nurdan çokça anahtarlar vardı; gördüm. Sordum:
Bu anahtarlar nedir?.
Şöyle anlattı:
Ümmetinden bir kimse:
LA İLAHE İLLALLAH. (Allah’tan başka ilâh yoktur.)
Derse, Yüce Hak onun için bir köşk yaratır. O köşkün anahtarını da bana teslim eder. O kimse, kıyamet günü kabirden kalktığı zaman, köşkünün anahtarını kendisine veririm. Gider; menziline girer.
Rıdvan’ın halifelerini ve askerlerini gördüm. Cennetin kapısına bir halife koymuştu. Her halifenin hizmetinde yedi yüz bin melek vardı. Yalnız, Rıdvan’ın yetmiş bin kumandanı vardı. Her kumandanın yetmiş bin askeri vardı. Rıdvan’ın okuduğu tesbih duası şuydu:
Büyük yaratıcı yüce bilgin zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kerimlerin en kerimi Yüce Zat noksan sıfatlardan münezzehtir. Kendisine itaat edene sevap olarak naim cennetini ihsan eden Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. (Sübhan’el-hallak’il-alim. Sübhan’el-kerim’il-ekrem. Sübhan’el-müsibü menetaahu cennet’en-naim.)
Bundan sonra, bana naim cennetini gösterdi. Hâsılı: O kadar çeşitli nimetler gördüm ki, bütün ömrümü onun beyanı için harcasam, onu anlatıp bitirmek mümkün olmazdı.
Cennetin duvarlarını şöyle gördüm: Bir kerpici altın, bir kerpici gümüş, bir kerpici kızıl yakut, bir kerpici yeşil zeberced, bir kerpici inci.. Harç yerine misk ve kâfur kullanmışlardı. Duvarın kalınlığı beş yüz yıllık yoldu. Duvarı o kadar berrak ki, dışarıdan içerisi, içeriden de dışarısı görünür. Ayna gibi idi.
Yedi kat sema, yedi kat yer, Arş, Kürsî onun duvarlarından müşahede edilirdi. Cennetin toprağı, misk, anber ve kâfurdu. Otları zafiran ve erguvan idi. Cennetin ufak çakıl taşı yerine zümrüt, yakut, inci dökülmüştü.
Cennette köşkler gördüm: Bazısı yakuttandı, kubbeleri de incidendi. Bazısı da cevahirden olup, kubbeleri de zümrüttendi. Bazısı da altındandı. Her köşkte yetmiş bin saray vardı; her sarayda da yetmiş bin hücre.. Her hücrede ise, yetmiş bin hane vardı. Her hanenin de bazısında altından, bazısında gümüşten taht vardı. Her taht üzerinde zebercetten bir çadır, her çadırda ise, yetmiş bin dibaceden yatak vardı. Yetmiş bin yatak pek süslü döşenmişti. Hiç bir yatak, diğerine benzemiyordu; türlü anber, misk ile doldurulmuştu.
Orada bulunan hurilerin, giydikleri hüllelerden etleri, derileri, kemikleri ve ilikleri görünüyordu. Her hurinin başında bir taç vardı; cevahirle süslenmişti. Her bir hurinin kırk bin zülüflü bukle misk saçı vardı. Her birinin zülüfü yetmiş bin zinetle bezenmişti. O zinetlerin her birinden çeşitli tatlı sesler çıkıyordu. Ki onları dinlemekten büyük lezzetler hasıl oluyordu. Her hurinin önünde yetmiş bin hizmetkâr durmuştu.
Her tahtın etrafında altından ve gümüşten, inciden, zümrütten, kâfurdan kürsüler dizilmişti. Bir kürsü diğer kürsüye benzemiyordu.
Cennette ırmaklar gördüm: Sütten, sudan, şaraptan, baldan… Her köşke bu dört ırmaktan kol ayrılıyor; o köşklerin içine akıyordu: Kâfurdan, beyaz, baldan tatlı, kokusu miskten güzel. Orada çeşmeler gördüm: Rehiykten, selsebilden, tesnimden… O ırmakların ve çeşmelerin kenarları altın, inci, gümüş ve yakuttandı. O ırmakların içindeki taşlar, kaynaklarda olan cevahir ve inciler çeşitli renklerle renkleniyordu. O ırmakların köpüğü misk ve anber idi. Çevresinde biten otlar, sünbül ve zafiran idi.
Orada ağaçlar gördüm şöyle ulu idi: Bir kimse, yörük atla yetmiş bin sene koşsa, onun gölgesinden çıkamaz. O ağaçların kökü altından, dalları yakuttan, inciden, zeberceddendi. O ağacın yaprakları, sündüsten, harirden, dibacdandı. Onun her yaprağı kaftan kafa kadar dünyayı tutmuştu. O ağacın her meyvesi, büyük testi kadar iri idi. Her meyvede yetmiş türlü lezzet vardı. Her meyve kendisini cennet ehline arz eder. Cennet ehlinin gönlü o meyveyi istediği zaman, yerinden kopar; altın bir tabak içinde onun ağzı hizasına gelir. Hem de zahmetsizce, duraklamadan.. O ağaç, bin yıllık uzakta olsa dahi, derhal isteyenin yanına gelirdi; dudağına yaklaşırdı. Yani: O ağacın meyvesi gelirdi. Cennet ehli ise, onu istediği gibi yer.. O yedikten sonra, hemen yenisi o meyvenin yerine çıkar.
O ağacın üzerinde kuşlar gördüm: Deve misali idiler. Cennette ne çeşit renk varsa, onların üzerinde o renkten vardı. Tahtların önünden geçip yüz çeşit ayrı sesler ve nağmeler çıkarıyorlardı. Cennet ehli o kuşlardan birine sorar:
Sesin mi güzeldir; yoksa suretin mi daha güzeldir.
Ondan şu cevabı alırlar:
Etim, ikisinden de güzeldir.
Kuşun bu deyişi üzerine, o kimsenin iştahı olursa, derhal o kuş büryan olur; isteyenin önüne gelir. Nasıl isterse öyle yer. Yedikten sonra, o kuş tekrar ve hemen dirilir. O ağacın üzerinde nağmelerle ötmeye başlar; hep birden cennet ehlini överler.
Bana sekiz cenneti arz ettiler; bunların dördü bağ ile bostan idi. O cennetler şunlardı: Firdevs Cenneti. Me’va Cenneti. Adn Cenneti. Naim Cenneti. Şunlar, saraylar ve bağlar, bahçelerden ibaretti. Dar’üs – Selâm. (Selâm Yurdu.) Dar’ül – Celâl. (Celâl Yurdu.) Dar’ül – Karar. (Karar Yurdu.) Dar’ül – Huld. (Daimî Yurt.) Bu son sayılan cennetlerin her birinde; gökteki yıldızlar ve yerde, yabanda olan kumlar sayısında çimenler ve bostanlar vardır. Arş-ı Rahman, cennetin tavanıdır. Bana yalnız Adn cennetikdeki köşkleri gösterdiler; göklerde olan yıldızlar sayısı kadardı. Onların pek çoğu, ashabım ve ümmetimin ismine idi. Her köşk yerle sema arası kadardı. Cebrail o köşkleri bana gösterdi ve şöyle dedi:
Şu falanın köşküdür, şu da falanın köşküdür.
Böylece, onları bir bir tayin etti. Onların içinde bir köşk gördüm; cümlesinden yüksek ve büyüktü.
Bu köşk kimindir?.
Diye sordum, söyle dedi:
Ebu Bekir Sıddık’ındır.
Daha sonra Ömer’in, daha sonra Osman’ın, daha sonra Ali’nin köşklerini gösterdi.
Bu, arada, Resulüllah S.A.V efendimiz Hz. Ebu Bekir’e R.A. şöyle buyurdu:
Ey Ebu Bekir, senin kasrını (köşkünü) gördüm; kızıl altındandı. Onda olan lütufları, hazırlanan ihsanları müşahede ettim.
Bunun üzerine, Hz. Ebu Bekir R.A. şöyle dedi:
O kasrın sahibi sana fedadır ya Resulellah.
Bundan sonra, Hz. Ömer’e R.A. şöyle buyurdu:
Senin köşkünü de gördüm; yakuttan idi. Orada çokça huriler vardı. İçeri girdim; senin kıskançlığını düşündüm.
Bundan sonra, Hz. Osman’a R.A. şöyle buyurdu:
Seni her semada gördüm. Cennetteki köşkünü de gördüm; mütalaa ettim.
Daha sonra, Hz. Ali’ye R.A. şöyle buyurdu:
Ya Ali, senin suretini dördüncü semada gördüm;
Cibril’e sordum; şöyle anlattı:
Ya Resulellah, melekler Ali’yi görmeğe müştak oldular. Onun için Yüce Hak onun suretinde bir melek yarattı; dördüncü kat semaya bıraktı. Ta ki, melekler onu ziyaret edeler.
Sonra.. senin köşküne girdim. Bir ağaçtan yemiş aldım; kokladım. Oradan bir huri çıktı; perdesini çekti. Ona:
Sen kimsin?.
Diye sordum; şöyle dedi:
Senin kardeşin ve amcanın oğlu Ali için yaratıldım ya Resulellah.
Seyyid’ül-kevneyn Resul’üs-Sakaleyn îmam’ül-Harameyn Resulüllah S.A.V efendimiz bundan sonrasını şöyle anlattı:
Önümde bir ayak sesi işittim. Cebrail’e:
Bu kimin ayak sesidir?.
Diye sordum; şöyle dedi:
Ya Resulellah, müezzininiz Bilâl’ın ayak sesidir.
Rivayet edildiğine göre, Resulüllah S.A.V efendimiz, Bilâl’e R.A. şöyle sordu:
Miraca çıktığım gece, cennette ayağının sesini işittim. Sen ne amel ettin ki, o rütbeye nail oldun?.
Resulüllah S.A.V efendimizin bu sorusu üzerine Bilâl R.A. şöyle anlattı:
Fazladan bir amelim yoktur. Ancak her abdest bozduğumda yeniden abdest alırım. Her abdest aldığımda iki rekât namaz kılarım.
Bunun üzerine, Resulüllah S.A.V efendimiz şöyle buyurdu:
İşte, seni önümde yürüten bu amelindir.
Resulüllah S.A.V efendimiz devamla şöyle buyurdu:
Bu arada önümde yine yürüyen bir ayak sesi işittim. Durumu Cebrail’e sordum; şöyle dedi:
Bu, ensardan sabırlı fakir bir hatunun, ayak sesidir. Ki o: Milhan kızı Gamsa’nın ayak sesidir.
Yine orada gördüm ki: Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’in iki büyük menzilesi var. Bunun sebebi şuydu: Biri İsa’nın şeriatı ile amel ettiğinden ötürü verilmişti; diğeri de, ben Resul olup İsa’nın şeriatı kaldırıldığı için, şeriatımla amel ettiğinden verildi. İşbu sebeplerden ona iki derece ihsan olundu.
Bu arada, inciden yapılma kubbeler gördüm; bunların toprağı misktendi. Cebrail’e sordum:
Bunlar kimlerindir?.
Diye, şöyle anlattı:
Ümmetinden imamların ve müezzinlerindir.
Bu arada şunu da gördüm: Cafer b. Ebi Talib, meleklerle uçub duruyordu.
Yine cennette amcam Hamza’yı gördüm; cennette bir serire dayanmış vaziyette oturuyordu. Hatice’yi cennet nehirlerinden bir nehir üzerinde inciden bir köşk içinde gördüm.
Cennet içinde bir ağaca uğradım; güzellikte ve cemalde onun bir benzerini görmedim. Altına varıp yukarı doğru baktığım zaman gördüm ki: Gayet büyük. Dalları her yana yayıldığından, ağaçtan başka bir şey görünmüyor. O ağaçta öyle güzel bir koku buldum ki, cennet içinde ondan daha güzel bir koku koklamadım. O ağacın her tarafına baktım. Onun yaprakları beyaz, kırmızı, yeşil, sarı ve çeşitli renklerde cennetin her birine has hülleler ve libaslardır. O ağacın yemişleri koca sırıklar gibi idi. Onun her yemişinde; yerin ve semanın ne kadar nimeti ve yemişi varsa, hepsinin rengi, lezzeti, letafeti, kokusu ondan mevcuttu. O ağaca, onun güzelliğine, onun letafetine ve süsüne hayran kaldım.
Bu ne ağacıdır?.
Dedim; Cebrail şöyle anlattı:
Bunun adına, Tuba Ağacı derler.
Cennetin ortasında bir ırmak gördüm. Arşın sütunlarında bir yerden akıyordu. Su, süt, bal ve şarap çıkıyordu. Bunların hiç biri, diğerine karışmıyordu. Bu ırmağın kenarı zebercedden idi; içindeki saçılı taşlar cevahirdi. Onun balçığı anber, otları zafirandı. Çevresinde gümüşten su bardakları vardı; bunların sayısı, gökteki yıldızlardan daha çoktu. Orada kuşlar vardı ki, boyunları deve boynu gibi idi. Her kim onların etinden yese, sonra da ırmaktan içse.. Yüce Hakkın rızasına mazhar olur. Cebrail’e sordum:
Bu ne ırmaktır?.
Diye, şöyle anlattı:
Bu Kevser’dir. Ümmetinize bundan haber verin. Cennetin her bağında bahçesinde, mutlaka bu Kevser’den akan bir ırmak vardır.
Bu Kevser’in kenarında çadırlar gördüm; cümlesi inciden ve yakuttandı. Bunları Cebrail’e sordum; bana şöyle anlattı:
Bunlar, senin hatunların konaklarıdır.
O çadırların içindeki hurileri gördüm; yüzleri ay ve güneş gibi aydınlık veriyordu. Hep birden sesli bir şekilde nağmeler terennüm ediyorlardı. Şöyle diyorlardı:
Biz nağmeler söyleriz; hiç bıkmadan. Biz şarkılar söyleriz; hiç yorulmadan. Biz giysilerle donanmışız; hiç soyulmayız. Biz gençleriz; hiç ihtiyar olmayız. Biz, hep razıyız; hiç darılmayız. Biz hep kalırız; hiç ölmeyiz. Biz, onların; onlar da bizim olanlara ne mutlu.
Bunların sesleri cennetin köşklerine ve ağaçlarına erişiyor; onlardan sesler ve nağmeler peydah oluyordu. O seslerin bir parçası dünyaya erişmiş olsaydı; dünyada ne mihnet kalırdı; ne de ölüm. Cebrail bana şöyle dedi:
Bunların güzelliğini görmeyi ister misin?.
Şöyle dedim:
İsterim.
Bunun üzerine bir çadırın kapısını açtı; baktım. Öyle suretler gördüm ki, ömrümü onu anlatmakla geçirsem, yine bitiremem. Onların yüzleri sütten beyaz, dudakları yakuttan kırmızı, güneşten nurlu idi. Derileri kırmızı gülden ve ipekten daha yumuşaktı. Aydan da daha aydınlık idi. Kokuları miskten daha latifti. Saçları gayet siyahtı; kiminin saçı örülmüş; kiminin saçı salınmıştı. Kiminin saçı da durulmuştu. Salınmış saçlısı bir yere otursa, saçlar! çadır gibi iniyor; ayaklarına ulaşıyordu. Her birinin önünde bin tane hizmetkârı vardı. Cebrail şöyle dedi:
Bunlar senin ümmetin içindir.
Cennette gördüğüm hayret verici şeylerden, biri de orada akan dört ırmaktı:
Allah-ü Taâlâ bu manada şöyle buyurdu:
Cennette; rengi, kokusu, hiç bir vasfı bozulmayan sudan ırmaklar… Tadına halel gelmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar vardır. (47/15)
Resulüllah S.A. efendimizin anlattıklarına devam edelim. Şöyle buyurdu:
Cebrail’e dedim ki:
Bu ırmaklar nereden gelir?. Ve nereye gider?.
Şöyle anlattı:
O kadarını bilirim ki, Kevser havuzuna akarlar. Ama nereden geldiğini bilmem. Yüce Hak katında senin kerametin çoktur. İstersen sana bildirir.
Bu düşüncede iken, bir melek gördüm; büyüklüğünü Allah’tan başkası bilmez. Çokça kanatları vardı. Bana şöyle dedi:
Bir kanadıma mübarek ayaklarını koy; gözlerini yum.
Ben de onun dediği gibi yaptım; o mübarek melek uçtu. Sonra bana:
Mübarek gözlerini aç.
Dedi. Ben de onun dediği gibi yaptım. Gözlerimi açınca, bir ağaç gördüm; o ağacın altında ise, bir kubbe gördüm. O kadar büyüktü ki, dünyanın tümünü o kubbenin üzerine koysalar, büyük bir dağın üzerine bir kuş konmuş gibi olurdu. O kubbenin altından kilidi vardı; kapısı zeberceddendi. Gördüm ki, o dört ırmak bu kubbeden çıkıyor. Bunu gördükten sonra, dönmek istedim; o melek bana şöyle dedi:
Neden bu kubbenin içine girip işin aslına vâkıf olmak istemiyorsun?.
Kapısı kilitli.
Dedim, şöyle dedi:
Onun anahtarı sendedir.
Ya, bunun anahtarı nedir?.
Deyince, o melek şöyle dedi:
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM. (Rahman Rahim Allah’ın adı ile.)
Söyle; o kapı açılır.
Ben de ileri vardım:
BİSMİLLAHİRRAHMANlRRAHlM. (Rahman Rahim Allah’ın adı ile.)
Dedim; kapı hemen açıldı. Gördüm ki, o kubbenin dört duvarından bu dört ırmak akıyor. Sonra bana:
Dikkatli bak.
Dedi. Baktım ki onun duvarının bir tarafında BİSM (ismi ile), bir tarafında ALLAH (Allah’ın), bir tarafında (ER-RAHMAN), bir tarafında da ER-RAHÎM (Rahim) yazılmış.
Su ırmağı BİSM’in MİM gözünden akıyordu.
Süt ırmağı ALLAH’ın HA gözünden akıyordu.
Şarap ırmağı ER-RAHMAN’ın MİM gözünden akıyordu.
Bal ırmağı ER-RAHİM’in MİM gözünden akıyordu.
Böylece, gördüm ki, o dört ırmak bu dört kelimeden çıkıyor. Buradan gitmek istediğim zaman, bana bir hitap geldi:
Bir kimse, beni bu kelimelerle anarsa.. halis bir kalble:
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM. (Rahman Rahim Allah’ın adı ile.)
Derse bu dört ırmaktan ona içiririm.
Âlemlerin Rabbı Allah’a hamd olsun.
Sonra…
Cennette köşkler gördüm; inciden ve yakuttandı. Her birinin arası mağriple maşrık arası kadardı. Cebrail’e sordum:
Bu köşkler kimindir?.
Şöyle anlattı:
Bir âmâyı elinden tutup yedi adım götürenlerindir.
Bunu ümmetime müjdeleyeyim mi?.
Dedim; şöyle dedi:
Müjdeleyin; ama bundan daha büyük bir müjde vardır, onu da müjdeleyin.. Şudur: Bir mümin sabah kalkıp:
LA İLAHE İLLALLAH. (Allah’tan başka ilâh yoktur.)
Dedikten sonra abdest alarak namaz kılarsa, Yüce Hak onun için cennette tamamı yirmi dünya büyüklüğünde mağripten meşrıka kadar mekân ihsan eder.
Bundan sonra İdris’i A.S. gördüm; selâm verdim. Selâmımı tam tazimle aldı; bana:
Merhaba.
Dedi. Şöyle dedim:
Güzel bir makama eriştin.
Böyle deyince bana dedi ki:
Ne olurdu, keşke dünyada olup senin ümmetinden sayılaydım.
Şöyle dedim:
Can acısından selâmet bulup bu yüce makama eriştin; dünyayı neylersin?.
Bu kere de şöyle dedi:
Dünya yaratıldıktan bu ana kadar cümle yaratılmışların can acısını çekeydim; ama senin didarınla müşerref olaydım; böylece de ümmetin olaydım.
Şöyle sordum:
Ey kardeşim İdris, böyle istemenin sebebi nedir?.
Şöyle anlattı:
Hangi köşkü görsem, hangi huriye teveccüh etsem şöyle diyorlar:
Biz, Muhammed ümmetine aitiz.
Bu arada bir dağ gördüm; onun adına:
Cebel-i Rahmet. (Rahmet Dağı.)
Derler. Baş yüksekliği Arş’a erişmişti; misk ve anberdendi.
O dağa iki kapı tertip etmişler; ikisi de ak gümüşten. Bir kapı ile diğerinin arası şu kadardı ki: Bir kimse, bir ata binip süratle beş yüz yıl seğirtse, bir kapıdan öbürüne ulaşamaz.
İçinde o kadar köşkler ve saraylar vardı ki, onların sayısını yapmak mümkün değil. Keza, onların güzelliğini anlatmak da mümkün değildir. Sordum:
Bu köşkler, hangi peygamberindir.
Yüce Hak şöyle buyurdu:
Bu, peygamberler makamı değildir. Ümmet-i Muhammed’den bir kimse iki rikât namaz kılarsa, ona burada bir makam veririm.
İşte, anlatılan sebepten ötürü, senin ümmetinden olmayı taleb ettim.
Hâsılı: Orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, beşer kalbine gelmeyen nimetler gördüm.
Bundan sonra, Cebrail ile cennetten çıktık. Yedinci semaya indim. Burada İbrahim peygamberle görüştüm. Merhabalaştık; miracımı kutladı. Bana başka bir şey sormadı.
Bundan sonra, altıncı semaya indim; burada Musa ile görüştüm. O da miracımı kutladı; merhabalaştık. Sonra, bana sordu:
Ya Resulellah, ümmetine ne emrolundu?.
Şöyle anlattım:
Bir gün ve bir gecede elli vakit namaz, bir yılda altı ay oruç, cenabetten yedi kere gusül, murdarlık bulaşan yeri yedi kere yıkamak.
Bunları dinledikten sonra Musa şöyle dedi:
Ümmetin, bunlara güç yetiremez; hepsini eda edip yerine getiremez. Vallahi senden evvel ben insanları tecrübe ettim. Ümmetim olan Beni İsrail’e türlü türlü vasiyetler, ahdler ve ikna yolundan çeşitli çarelere başvurdum. Yine de yerine getiremediler. Ümmetin için, bunların hafifletilmesini Rabbından rica eyle.
Bunun üzerine döndüm; Sidre-i Münteha’ya vardım secde eyledim. Niyaz ederek şöyle dedim:
Ya Rabbi, ümmetim zaiftir; elli vakit namaza, altı ay oruca, yedi kere gusle, onlar ve ben takat getiremeyip kusur ederiz. Lütuf ve kerem olarak bunları hafiflet.
Bu niyazım üzerine, on vakit namaz, bir ay oruç; bir gusül kaldırıldı. Döndüm; Musa’ya geldim. Durumu anlattım; şöyle dedi:
Ümmetin kırk vakit namazı, beş ay orucu, altı kere guslü yerine getiremeyip kusur ederler. Ümmetine acı, hafifletilmesini iste.
Bunun üzerine, tekrar Sidre-i Münteha’ya varıp hafifletilmesini rica ettim. Yine on vakit namaz bir ay oruç, bir kere gusül kaldırıldı. Yine Musa’ya geldim; durumu haber verdim. Şöyle dedi:
Ümmetin zaiftir. Otuz vakit namazı, dört ay orucu, beş kere guslü yerine getiremezler; kusur ederler. Bunun hafifletilmesini iste.
Tekrar gittim; secde eyledim. Bu emrin daha hafifletilmesini istedim; hafifletildi. Gelip durumu Musa’ya haber verip müşavere ettim. Tekrar gittim; hafifletilmesini istedim. Bunu yapmaya devam ettim; taa, sonunda:
Ümmetin, bir gün ve bir gecede beş vakit namaz kılsın; yılda bir ay ramazan orucu tutsunlar; cenabetten bir kere gusül etsin; murdarlıktan elbiselerini bir kere yıkasınlar…
Emrini alıncaya kadar. Bu emri de, dönüp geldim; Musa’ya anlattım:
Beş vakit namaz, bir ay oruç, bir kere gusül, necasetleri bir kere yıkamakla emrolundum.
Dedim. Musa A.S. şöyle dedi:
Yine hafifletilmesini iste.
Dedim ki:
Çok talep ettim; her talep ettiğimde de hafifletildi kerem olarak. Tekrar hafifletilmesini istemekten utanırım. Artık bunu kabul ettim.
Musa’yı geçtikten sonra Rabbımdan bir nida geldi:
Kullarımın ibadetini hafiflettim; beş vakit namazı imzaladım. Ya Muhammed, beş vakit namaz kılsınlar, onlara elli vakit namaz kılmış gibi sevap ihsan ederim.
Ümmetinden her kim, bir iyilik işlemek niyet edip sonra yapamazsa, onun niyetine göre bir sevap ihsan ederim. Hatta, yedi yüze varıncaya kadar, kat kat sevap ihsan ederim. Şayet bir günah işlemeye kasd eder de yapmazsa, o işi etmediği için sevap veririm. Şayet kasd ettiğini yaparsa, onun için bir günah yazarım.
Sonra…
Cebrail’in kanadına binip Beyt-i Makdis’e geldim. Burak’ı bağladığım halkayı gördüm. Mescide girip Allah-ü Taâlâ’ya şükür niyeti ile iki rikât namaz kıldım. Yüce Hakkın bu fazlına, keremine, lütuf ve ihsanına hamd-ü şükür ettim.
Bundan sonra, Burak’a binip göz açıp kapayacak kadar az zaman içinde, Mekke’ye geldim. Allah’ın kudreti ile yatağımın henüz ısısı gitmemiş buldum.
Ammar R.A. şöyle anlattı:
Resulüllah S.A.V efendimizin miracı üç saatte oldu; bitti.
Abdullah B. Münebbih ise, şöyle anlattı:
Resulüllah S.A.V efendimizin miraca gidişi gelişi dört saatte olup bitti.
Hülâsa: Bu hususta tam bilgi Allah katındadır. Ve.. bu miracı tasdik edip tam itikadla inanmak farzdır. İnanmayıp, Resulüllah S.A. efendimizin Kudüs’e kadar gittiğini inkâr eden kâfir olur. Çünkü, bu hususta kat’i kesin delil vardır; Kur’an-ı Azimüşşan’la sabittir.
Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:
Kulunu, bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar götüren o Yüce Zat, tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. (17/1)
Mescid-i Aksa’dan (Kudüs’ten) semalara çıkmasını inkâr eden müptedi (bid’atçı) ve dalâlet ehlidir. Çünkü, Resulüllah S.A. efendimizin semalara yükselmesi çeşitli yollarla çıkarılan hadis-i şeriflerle tesbit edilmiştir. Cümlesine inandık ve tasdik eyledik.
İşte, Resulüllah S.A.V efendimize MİRAÇ şerefi ihsan edildiğinden ism-i şerifine:
SÂHÎB’ÜL – MİRAC.
Denildi. Allah-ü Taâlâ ona salât ve selâm eylesin.